“İnsanlık sürükleniyor”.
Kimsenin Kürt meselesi üzerine kalem oynatmaya cesaret edemediği yahut kelamda bulunmayı tercih etmediği günlerin birinde, Özgür Gündem bu manşetle çıkmıştı. Tarih, 16 Ekim 1992’ydi. Askerler tarafından öldürülen bir gerilla cesedinin yerde sürüklendiğini gösteren kareler, gazetenin birinci sayfasından verilmişti.
Benzer bir görüntü yıllar sonra tekrar karşımıza çıktı. Bir akrebin içinden çekilen kamera kaydında, küfürler eşliğinde Hacı Birlik’in cansız bedeninin şehrin ortasında sürüklendiğini izledik. Birlik, HDP Şırnak Milletvekili Leyla Birlik’in kayınbiraderiydi.
Hacı Birlik’e ait fotoğraf ve görüntüler kısa sürede gündeme oturdu. En azından sosyal medyayı takip edenler olarak başta öyle sandık. Birileri fotoşop iddialarını birileri ise olayın dehşet verici olduğunu konuşuyordu. Nihayetinde ertesi gün çıkan gazeteler arasında yalnızca Cumhuriyet bu vahşeti manşet yaptı. Diğer ana akım gazeteler her zamanki gibi üç maymunu oynadı. Birlik’e yapılanın haber değeri taşıdığını düşünenler ise hayal kırıklığına uğradı.
İlk şok atlatıldıktan sonra, yine sosyal medya mecralarında, söz konusu insanlık dışı muamelenin ‘kötülüğü’, bu muameleyi yapanların ne kadar da ‘kötü insanlar’ oldukları ve olaya “Oh olsun” diyebilen cenahın nasıl da ‘kötülüğe batmış’ oldukları konuşulmaya başlandı. Öyle ki, toplumun kötülüğe yönelme, diğer bir deyişle yozlaşma sürecinin tam olarak ne zaman baş gösterdiği bile tartışma konusu oldu. Bu meseleler tartışılırken Hacı Birlik’in rol aldığı kısa filmden alıntılar yapılıyor, gülümsediği fotoğraflar sosyal medya hesaplarından paylaşılıyordu.
Hâlbuki Ahmet Hakan saldırısı nasıl gazetecilere yönelik ilk organize saldırı değilse Hacı Birlik’in görüntüleri de yeni değildi. Paylaşıldığı üzere, Birlik’in gülümseyen sureti devlet katında geçer akçe değildi. O katta Birlik’in hikâyesini, ailesini, çocukluğunu merak eden yoktu. Hiç olmamıştı. Devlette ve ona inananlarda devamlılık esastı. Mesele, iyilik-kötülük, vicdan ya da insanlık değildi. Hiç olmamıştı. Neticede mevzu bahis olan devletin bölünmez bütünlüğü ise gerisi teferruattı.
Lakin ille de kötülükten konuşacaksak, her zaman kötüydük. Alevilerin evlerine kırmızı boyalarla devasa çarpı işaretleri atarken kötüydük. Diyarbakır Askeri Cezaevi’nde mahkûmlara dışkı yedirirken kötüydük. 6-7 Eylül’de dükkânlarını yağmaladığımız insanları doğup büyüdükleri memleketlerini terk etmeye mecbur bırakırken kötüydük. Madımak’ı yakarken kötüydük. Dersim’de çocukları birer birer kurşuna dizerken kötüydük. Ve bunların hiçbirinde narkoz etkisinde değildik, oldukça ayıktık. Ama dediğimiz gibi, mesele kötülük değil. Hiç olmadı da.
Konunun kötülükle ifade edilemeyecek olmasının basit bir sebebi var: Düşman hukukunun işlediği yerde, kötülükten bahsetmek olsa olsa naifliktir. Hacı Birlik, öldürülmek için o askeri aracın arkasına bağlanmadı. Öldükten sonra, geride bir lütuf gibi sağ bırakılanlara “mesaj vermek” adına yerlerde sürüklendi. Üstelik “sıradan” biri de değil, bir milletvekilinin kayınbiraderiydi. Bir ölünün yerde sürüklenmesi kötülüğe değil, yalnızca tek bir mesaja işaret eder: “Canını aldığım gibi haysiyetini de ayaklar altına alırım”.
Özel harekâtçıların mahalleleri ağır silahlarla taradıkları günlerde bir halk ölüm kalım savaşı verirken ne ara kötü insanlara dönüştüğümüzü sual etmenin zamanı değil. Bugünlerde edebiyat çözümlemesi yapar gibi iyi-kötü kavramları üzerinden romantizm üretmeye değil, zorbalığa karşı dik durabilmek ve yaşatılan zulümleri unutmamak için istikrarlı bir duruşa ihtiyacımız var. İyilik-kötülük terazisine değil, barış için daha somut ve talepkâr olmaya ihtiyacımız var. Kirli bir savaş taktiği olarak ayaklar altına alınan insanlık onurunu yerden kaldırmaya ihtiyacımız var. (BK/HK)