Savaş izlenilebilir bir şey artık. Kahve arası verip tekrar başına dönebiliyorsunuz. Güncel bilgilere saat başı bakıp hayatınıza devam edebiliyorsunuz. Bıraktığınız ölü sayısı siz alışverişteyken, arkadaşınızla sohbet ederken atıyorum yürüyüşünüzü yaparken kendini yeniliyor. Bakıyorsunuz ki Gazze’de ölü sayısı 120’yi geçti. IŞİD yeni görüntüler paylaşmış. Stratejisini değiştirmiş. İlerleyişini haritada takip ediyorsunuz.
Sözcük olarak “savaş”, hakkında bilgi sahibi olduğumuz bir şeymiş gibi. Oysa bugüne değin hiç görmediğiniz, ayak basmadığınız bir yer gibidir yaşamadığınız sözcük. Yaşadığınız sözcüğün içinde hapsolmak diye bir şey de vardır örneğin. “Savaş” bu sözcüklerin en beteri. Hapsetmekle de kalmaz, bıraktığında dahi hala ona aitsinizdir.
Suriyeli mültecilerin yanından geçerken, İstanbul’daki hane sayısı kaç acaba diye düşünebilirsiniz. Öyle ya mezarlıklar, yollar, askeri bölgeler, gitti gidecek bitti bitecek tarihi yerler ve Taksim Meydanı dışında her yer ev. Kent gibi kent yani. Türkiye İstatistik Kurumu’nun 2011 verilerine göre hane sayısı 3 milyon 699 bin 930. Bu durumda, sokakta yaşayan insanların sayısı kaçtır diye mukayese etmeye gerek kalmıyor. Çünkü bu sayının yanında “az” olarak görülebilirler. Bu demektir ki devlete kalmadan dönüşümlü olarak her evde misafir edilebilirler. Hatta hiç buna gerek kalmadan boğaz manzaralı evlerin çoğunun –nedense- boş olduğu akla getirilirse oralara da yerleştirilebilirler. Vs… Haklı işgaller için çareler tükenmez de işte pek gerçekçi istek değil bu yazdıklarım.
Kate Millett, 1969’da yazdığı Cinsel Politika’da, Amerika’daki kürtaj yasağının “dolaylı bir ölüm cezası” olduğunu söylüyor. O yıllarda merdiven altı hekimlik, binlerce kadının ölümüne sebep olmuş. Öyle istenmiş daha doğrusu.
Uluslararası anlaşmaların himayesinde, kolluk güçlerinin öldürme yetkisine gerek duyulmaksızın, kontrolsüz, tamamen tesadüflere bırakılan potansiyel ölecekler payı, bir ülkenin olmazsa olmaz sosyo-ekonomik dengesi. Iskartaya çıkartılan mülteciler, uluslararası politikada “şu kadar insana kapılarımızı açtık” şeklinde lanse de edilebiliyor üstelik. Göçmenlerin canından ise gene kendileri mesul. Çeşme’de içinde 37 insan taşıyan teknenin batması sonucunda kaybolan 35 kişi, hayalet haberlerden. Yurttaşlık bilgilerine sahip olmadığın bir yerde ölmek, uzayda kaybolmakla eş değer. Ölümleri kimseyi ilgilendirmiyor, kayıtlara bile geçmelerine gerek yok. Masrafsız, zahmetsiz. Nüfus ve ekonomi politikaları açısından mis.
Bir de zayiat olarak görülenler var: İşçiler, askerler, yoksul mahallelerde önemsiz çapta sebepler uğruna kavgalarda ölenler. Kentsel dönüşüm projeleri daha gelmeden, uyuşturucu çetelerinin kolluk vazifesi görmesi için mahallere salınmaları bu yüzden.
Ekonomik kalkınması, istikrarlı gelişimi ile övünen Türkiye Cumhuriyeti’nin, Suriye’den kaçmak zorunda kalan insanlar için aşevleri bile kuramaması, dolaylı ölüm cezası ile ilgili olsa gerek. Yoksa gücü yeterdi değil mi?
Fark etmişsinizdir. Suriyeli çocuklar gün boyu uyuyormuş gibi. Açlığa ancak uyuyarak katlanılabileceğini düşündüğüm için bana öyle geliyor ya da. Bir zaman sonra bu uyuyan çocukları hiç görmeyeceğiz gibi de geliyor. Ölecekler çünkü. Yedi sekiz yaşları geçmiş olanlar ise başka şeylere entegre olacaklar. Kadınların tercihleri dışında, patates adıyla “piyasaya” eklemlenmeleri gibi. Tercihleri dışında bedenlerini kullanmak zorunda kalmaları gibi. Birleşmiş Milletler Mülteciler Yüksek Komiserliği tüzüğünde de şöyle bir ifade var:“Gönüllü geri dönüşleri ya da yeni toplumlarla entegrasyonu destekleyen çabalara yardımcı olmak.” Bu tip insanlık için yazılmış metinleri, subliminal mesajlar olarak okumak da gerek çoğu kez.
Mülteci hakları için uluslararası yaptırım nedir ne değildir diye googlede şöyle bir dolanın. 1946 yılında kurulan Uluslararası Mülteci Örgütü’nden (IRO) bahsediliyor. Birkaç yıl sonra 3 Aralık 1949’da Birleşmiş Milletler Mülteciler Yüksek Komiserliği (BMMYK) kurulmuş. Görevleri arasında şöyle bir madde var: “Mültecilerin varlığının aktarılmasını kolaylaştırmak. Hükümetlerden topraklarındaki mültecilerin sayısı, koşulları ve ilgili yasa ve düzenlemeleri içeren bilgileri elde etmek.”
Böyle bir yaptırım gücü hangi ülkeye uygulanabilmiş? Hiçbir ülkeye.
“Mülteciler için çözüm önerileri” yazdığınızda ise yine Birlemiş Milletler kitapçığı ile karşılaşıyorsunuz. Çeşitli sözleşmeler varmış:
Savaş Zamanında Sivillerin Korunmasına Dair 4. Cenevre Sözleşmesi,
Vatansız kişilerin statüsüne İlişkin 1954 Sözleşmesi,
Vatansızlığın Azaltılmasına İlişkin 1961 Sözleşmesi,
1967 Birleşmiş Milletler Devlete Sığınmaya İlişkin Beyanname gibi.
Hepsi çok önemli başlıklar ama o kadar. Muhbir (The Whistleblower) filminde de hayatı anlatılan Kathryn Bolkovac’ın, barış gönüllüsü olarak Birleşmiş Milletler aracılığıyla gittiği Saraybosna’da yaşadıkları tam da bu balon kurum ve kuruluşları, sözleşmeleri anlatmak ve anlamak için birebir. Yanlış anlaşılmasın, olanca gerçek içinde, film tavsiye etmiyorum. Film gibi şeyler oluyor zaten hayatta. Kendimizi seyredemediğimiz için filmlere şaşırıp kalıyoruz.