İstanbul’un eski semtlerinde bir mahalle, mahallede karşılıklı iki ev, evlerin önünde Suriyeli bir mülteci, ben ve Suriyeli çocuklar konuşuyoruz.
Yiyeceklerden tüpgaza uzanan ihtiyaç listesini art arda sıralıyor defalarca 50 yaşlarındaki mülteci. 50 olduğuna nasıl karar verdiğim belli değil; yüzündeki yorgun izlere kanmamak lazım belki...
Dikkatli bakamayacak kadar çocuklarla meşgulüm aslında. O savaş görmüş gözlerinden birindeki probleme çekmek istiyor dikkatimi. Bense bir yandan boy boy çocuklara laf atarken bir yandan yaşadıkları evlere bakıyorum. Uzaktan…
Birinin evi inşaatı yarım kalmış bir binanın tamamlanmamış duvarına naylon ve örtüler çekilerek sokakla bağlantısı kesilmiş, diğerinin evinin kapısı penceresi yerinde. Yerinde olmayan ise eşyaları. İki odadan oluşan evin içi boş.
Duvar kenarındaki döşekten gülücükler dağıtan birkaç aylık bebeğin bulunduğu odada soba yanıyor. Hepsi Suriye’den gelmiş dokuz kişilik ev ahalisinin en küçüğü o.
"Dişçiye verilecek para yok"
12 yaşındaki oğlan çocuğu okul hazırlığında. Sevimli bir ciddiyeti yerleştirmiş yüzüne ama pek konuşmuyor. Mesele anlaşılıyor az sonra: Diş ağrısı. Epeydir bu durumda; sağlık ocağına gitmiş, hem de üç dört kere, ama ağrı kesici verip gönderiyorlar evine; biri çekilecek diğerleri tedaviye girecek aşamada dişleri, ancak para yok işte.
Durumun can sıkıcılığını farkında bizimki. Bizimki! Bak sen, ne çabuk “bizimki” oldu diye soruyorum kendime. İki dakika yanyana durduk diye… Ama büyütmüyorum olayı. İç barışımı bozmanın zamanı değil.
12’lik delikanlı ve ben çay faslı sonrası çıkıyoruz dışarı. Karşıdaki evden iki kardeş de katılıyor aramıza, parka gideceğiz iki çift laf etmeye.
Ben de gelebilir miyim öğretmenim, diye soruyor pek küçük biri. Öğretmenim dediği, mültecilere yardımcı olan genç bir kadın. Onun sayesinde buradayım. Onun eşliğinde gidiyoruz parka. Parka mı, hayır, hem atıştırıp hem sohbet edeceğimiz bir mekana çeviriyoruz yönümüzü. Bizimle gelemeyen küçüğün de aklı kalmayacak artık. Park başka zamana…
Tabureleri altımıza çeker çekmez veriyoruz siparişleri: üç çay, bir soda, bir ağrı kesici. Sonuncu istek bana yönelik. Çantamdaki ağrı kesici uygun.
"İnsan kendini yabancı hissediyor"
Yutar yutmaz ağrısı değil ama morali düzeliyor biraz. Başlıyor anlatmaya. “Okula gideceğim. Üçüncü sınıftayım. Okuldaki ilk senem ama… Birkaç gün birinci sınıfta kaldım, sonra çok büyüğüm diye üçüncü sınıftan başlattılar. Yine de sınıfın en büyüğü benim.
“İnsan kendini yabancı hissediyor önce. Her gün iki arkadaşım yardımcı oluyor zorlandığımda, öğretmen onlara görev verdi. Öğretmenim de çok çalışıyor benimle.
“Derslerde zorluk çekiyorsun önce. Ama arkadaşlık çok iyi. Ben şanslıyım, Türkçe biliyorum.
“Sadece Arapça bilen Suriyelilerle Arapça konuşuyorum ama ben Türkiyelilerle konuşup arkadaş olmayı tercih ediyorum. Geçen sene başlayıp bu sene gelemeyen Suriyeliler var. Onların bazıları Suriyelilerin okulunda okumaya başladı…”
İlacı alınca can gelmiş gibi kibarlığını bozmadan, ama daha heyecanla konuşmaya başladığını farkediyorum. Plesebo etkisi işte! Ya da arkadaşlığımız gelişiyor. Bizimki olmuş mudur acaba?
"Küçük harfler karışıyor"
Diğer iki çocuktan biri 15, diğeri 11 yaşında. İkisi de okula gitmiyor.
-Neden?
Gülümseyerek bakıyorlar yüzüme. Büyük olan biraz mahcup bir ifadeyle başlıyor söze.
“Suriyelilere eğitim veren okula gittim. İki, üç ay… Biraz Türkçe okuyorum. Ama sadece büyük harfle yazılırsa…”
-Sadece büyük harfler mi?
“Küçüklerde zorlanıyorum, karışıyor. Ama büyük okuyorum.
“Harflere düşkün kaldım. Her harfi söktüm ama gidersem okula kaçıncı sınıftan başlayacağım?”
Cümlenin soru mu, tavır mı içerdiğini anlamak için daha dikkatli bakıyorum gözlerine. Bıyıkları terlemiş, ergenlik yerleşmeye başlamış yüzüne. Gülünce küçülüyor yaşı, konuşunca büyüyor.
"Bu hiç gitmiyor okula, istemiyor, onun yerine kızların parkına gidiyor", diyor gülüp kardeşini göstererek.
"Bir günlük iş tecrübesi"
Kardeşi etrafını aydınlatan enerjisiyle, biraz da takıldığı parktan gururlu, okula gitmediği dönemde girdiği işi anlatıyor. Bir gün sürmüş manavdaki yardımcılığını. Su isteyince patrondan kulağından çekerek götürmüş buzdolabının önüne onu. Bir daha da gitmemiş bizimki… Bu defa kulağıma daha uygun geliyor bu söz; şansımı denemeye devam ediyorum.
Üçünün de bir iş macerası var. Daha önce defalarca konuşulmuş olduğu belli, bana değil, birbirlerine anlatıyorlar; yarıda bırakılan cümlelerle, üstüste binen esprili sataşmalarla.
En büyüklerinin macerası Topkapı’da geçiyor. “Sıfır dolap işi” yapanların yanında geçen dört ay boyunca haftalık 150 lira almış. Manavın vereceği 75 lirayla kıyaslanınca yüksek rakam gibi görünüyor.
“Öyle değil. Bazen gece 11’e kadar çalıştık ama mesai vermediler. Hiç zam yapmadılar sonra. Ben de ayrıldım.
“Dün de kasaplar tarafına gittim, iş için. Bulamadım, haftaya yine gideceğim.”
Okula yetişmek için ara sıra saati kontrol eden çocuğun iş deneyimi ise oturduğumuz yerin az ilerisinde gerçekleşmiş. İki gün çalışmış oto tamircisinde; haftalık 50 lira alacakmış ama tamamlayamamış haftayı.
“Ne yapayım, ağır şeyler kaldırtıyorlardı.”
"Evde Türkçe konuşurduk, dışarıda Arapça"
Diş ağrısı azalırken sohbetimiz artıyor. 12 yaşın uçuculuğunda, kendine güvenle dökülüveriyor sözler ağzından.
“Şam’dan geldik biz. Türkmeniz. Evde Türkçe konuşurduk, dışarıda Arapça.”
Diğerleri ise Halep’ten. Türkiye’de yaklaşık üç senelik geçmişi var iki kardeşin. Nasıl geldiklerini ise pek hatırlamıyorlar.
“Bir kardeşim savaştan çok korkardı. Öldü o. Hastalıktan ama. Ondan sonra bir gün aniden Suriye’den gitmeye karar verdi annemle babam. Savaşın ortasında kaldık, bakkala gitmek bile tehlikeliydi. Antep’e geldik önce. Sevindik. Zor işler yaşandı. Sonra İstanbul.
“Savaş bitse bile dönmek istemiyorum. Zaten savaş zor biter. Orada bütün evler yıkılmış.”
"Ben Suriye'ye dönerim, savaş biterse"
Daha genç olanın aklındaysa Suriye’ye dönmek var hala.
“Ben Suriye’ye dönerim, savaş biterse; herkes kendi vatanını özlüyor.
“Orada arkadaşlarım vardı, köpeğim vardı. Amcamın oğlu ayakkabımı alınca köpek ipini koparıp gitti aldı ayakkabımı. Burada da köpekleri bulup besliyorum.”
Sohbet hoş ama diş ağrısının yerini geç kalma kaygısı almaya başlayınca kalkma vaktinin de geldiği anlaşılıyor. Zaman olsa neden matematik öğretmeni olmak istediğini de anlatacaktı belki. Tekrar görüşürsek neden olmasın, derken ben, sonunu dinlemeden ama anladığını gösteren bir baş işaretiyle ayrılıyor yanımızdan.
"Unutulan oyunlar"
İki kardeşle sohbetimiz onun ardından biraz daha sürüyor. Suriye’de oynadıkları oyunları soruyorum; hatırlayamıyorlar önce. Şaşırayım mı, üzüleyim mi, karar veremezken biraz sonra “çelik” diyor biri. Anlattıkları oyun çelik çomak.
Burada aklımıza gelmedi, oynamıyoruz, diyorlar. Ben unutulan oyunlar listesinde zaten o, diye anlatmaya başlayacakken konu dağılıyor, dağılanları pek toplamıyoruz. Topladıklarımızı ise tekrar sohbete katıp kaynatıyoruz.
Hoş zaman geçiyor bizimkilerle. İç sesim bu defa bu söze itiraz etmiyor. Zamanı gelince herkes yoluna gidiyor. (YY)