Suriye’de başlayan savaş ikinci yılını doldurmak üzere. 2011’in ocak ayında Esad yönetimine karşı başlayan gösteriler, 15 Mart’ta ülkenin güneyinde Dera kentinde göstericilerin üzerine ateş açılmasıyla bir başka noktaya evrilmiş, sonrasında devam eden çatışmalarla süren savaşın başlama tarihi 15 Mart olarak kayıtlara geçmişti.
Geçtiğimiz haftalarda İran’ın Suriye’de bulunan elçisi Mohammed Rıza Rauf, İran Press-TV’ye yaptığı açıklamada “Tahran’ın kendi topraklarında Suriye hükümeti ve muhalefet arasında yapılacak görüşmeleri organize etmeye hazır olduğunu” söylemişti.
Kuşkusuz ateş olmayan yerden duman çıkmıyordu. Rusya Dışişleri Bakanı Sergey Lavrov’un tarafların müzakere masasına oturmasının yakın olduğunu açıklamasının üzerinden bir gün geçmeden, bu çağrı Suriye muhaliflerinin lideri Muaz el Hatip tarafından reddedilse de, görüşme için tarafların “kimi şartlar” ileri sürdüğü medyaya yansımış durumda.
Türkiye’yi yakından ilgilendiren savaşın bugün geldiği nokta ise AKP hükümetinin süren savaşa dair öngörü ve iddialarının tam anlamıyla çökmesi anlamını taşıyor.
Kamp mı, üs mü tartışması
Ocak ayının sonlarında muhaliflerle Suriye hükümeti yetkililerinin arasında görüşmelerin başlayacağı ajans haberlerine düşüp bu bir soru olarak Tayyip Erdoğan’a sorulduğunda ne diyeceğini bilememişti.
Suriye’de savaş başladığında AKP hükümetinin Libya’daki savaştan yeterli payı alamadığını, bu kez elini çabuk tutmaya karar verdiğine ilişkin epey analiz okumuştuk.
Recep Tayyip Erdoğan’ın birlikte yaz tatillerini geçirdiği ve kardeşim dediği Beşar Esad, bir anda “Esed” adını aldı ve Türkiye hızla silahlanan muhalif grupların her türlü destekçisi konumuna geldi.
ÖSO (Özgür Suriye Ordusu)adını alan ve Suriye ordusundan ayrılan subaylarca koordine edilen silahlı güçlerin tam anlamıyla “cephe gerisi” olan Türkiye; Pakistan, Afganistan, Katar ve Libya’nın yanı sıra hemen her yerden “cihat” için gelen güçlerin toplandığı bir “üs” haline geldi.
2011 Haziran ayının başından itibaren Suriye’den göç eden mültecilere kapılar açıldı. Binlerce savaş mağduru sınır boyunda yedi ilde kurulan 18 kampta toplanmaya başladı.
Birleşmiş Milletler’in (BM) özel temsilcisi sıfatıyla oyuncu Angelina Jolie Türkiye’ye getirildi. Bu ziyaret basında Jolie’nin ağzından “Türk hükümeti büyük bir cömertlik göstererek bu olağanüstü kampı kurmuş. Gerçekten çok etkileyici” diye duyuruldu.
Esad rejimin kullandığı yöntemler, savaşın acımasızlığı, savunmasız kadın ve çocukları mülteci durumuna düşürmüştü.
Türkiye’nin ÖSO dışında “el Nusra” denen ve içinde el Kaide militanlarının da olduğu bu silahlı güçlere her türlü lojistiği sağlarken mülteci kamplarının nasıl “paravan” haline getirildiği üzerine çokça konuşulduğunu da hatırlayalım.
Nasıl olsa Suriye’ye müdahale kaçınılmazdı, nasıl olsa yakın zamanda Türkiye’ye yakın Suriye topraklarında “tampon” bölge kurulacaktı ve mülteciler geri gidecekti.
Türkiye öngörüsünün gerçekleşeceğinden o kadar emindi ki, muhalefetin omurgasını oluşturan Suriye “İhvan"ı ile daha önce Esad’la 20 Ekim 1998’de yaptığı ve Suriye Kürtlerinin mevcut statükosunun asla değişmemesini içeren “Adana mutabakatı”nı yeniden tazeledi.
NATO güçlerinin ve ABD kuvvetlerinin üç vakte kadar müdahalesi beklendi durdu. ABD’de süren başkanlık seçimleri beklendi, Suriye muhalefetinin güçlenmesi beklendi, Esad’ın kaçması beklendi. Suriye’de Sünnilerin çoğunluk olduğu, Esad rejiminin azınlıkta olan Nusayrilere (Arap Alevileri) dayanarak ayakta kalamayacağı söylendi ama bunların hiçbirisi gerçekleşmedi.
Tıpkı AKP hükümeti gibi, Rusya ve Çin hükümetleri de Libya’da olan bitenden dersler çıkarmışlardı. Esad’ın liderliğindeki Baas rejiminden desteklerini hiçbir zaman çekmediler.
İran ise Suriye’den sonra sıranın kendisinde olduğunu zaten uzun zamandır biliyordu.
ABD’ye gelince, Irak’tan henüz yakasını kurtaramamışken ve Afganistan “bataklığından” nasıl çıkacağının hesabını yaparken başını yeni bir belaya sokmak istemiyor, Suriye’deki muhalefeti birleştirerek krizi onların üzerinden yönetmeyi yeğliyor, doğrudan askeri müdahaleyi tercih etmiyordu. Üstelik Türkiye’nin kimi çıkışlarının, bölge için öngördüğü planları zora soktuğunu da ima etmekten çekinmiyordu.
Suriyeli Kürtler
Suriye’nin çok parçalı etnik yapısı içinde Araplar, Kürtler, Türkmenler, Ermeniler ve Çerkeslerin olduğu biliniyor. Bu etnik kimlikler dine göre gruplandığında ise karşımıza Sünniler, Nusayriler, Hristiyanlar, Dürziler, Süryaniler, Yezidiler ve Keldaniler çıkıyor.
Dolayısıyla Baas rejimin tümüyle Nusayri’lere dayandığı tezi gerçek olmadığı gibi, Baas rejiminin dünyada uygulanan neo-liberal politikalar doğrultusunda Halep ve Şam’da ciddi bir Sünni sermayesini arkasına aldığı da biliniyor.
Geçtiğimiz yılın sonlarına doğru, 4 Kasım’da Katar’ın başkenti Doha’da toplanan muhalifler, ABD’nin yönlendirmesi ile daha kapsayıcı bir çatıda birleştiler. SDKM (Suriye Ulusal Devrimci ve Muhalif Güçler Koalisyonu) adını alan bu çatı örgütünün başına ise Şam’da bulunan Ümmeyye camii imamı Muaz el Hatip getirildi.
Bu toplantının ve alınan kararların ayrıca şöyle bir anlamı da vardı; Türkiye artık muhalifler için “merkez” olmaktan çıkmıştı. Diğer bir taraftan Suriye ordusuna karşı en ön saflarda çarpışan “el Nusra” nın ABD tarafından “terörist” ilan edilmesi, bu örgütün her türlü lojistiğini sağlayan Türkiye’yi daha da ciddi bir açmaza düşürmüştü.
Türkiye’nin açmazları bununla sınırlı değildi elbette. Bir dönem “mülteci sayısı yüz bini geçerse müdahale için hak doğar”(Ahmet Davutoğlu) diyen Türkiye, bugün sayıları 300 bine yaklaşan (185 bini kamplarda, 100 bini ise kendi imkanlarıyla kentlerde) Suriyeli mültecilere 650 bin dolar harcamış durumda. Bu paranın ancak 90 bin dolarını uluslararası alandan karşılayan Türkiye’nin başta Hatay olmak üzere, Gaziantep ve Urfa illerindeki ekonomik yapısının da büyük zarar gördüğü biliniyor.
Ama esas “öldürücü darbe” Türkiye’ye çok korktuğu yerden, Suriye Kürtlerinden geldi denebilir.
Irak’ta ABD müdahalesi sonrası merkezi yapının dağılmasıyla Kürtlerin “avantajlı” duruma düşmelerinin yarattığı “özerk bölgeyi” aklından çıkarmayan Türkiye, daha Suriye’de gösteriler bir iç savaşa dönüşmeden “gelecek rejimin sahipleri” olarak gördüğü ÖSO ile Adana anlaşmasını tazelemişti.
Ne var ki korktuğu başına geldi ve Suriye Kürtleri Rojava’da (batı), Salih Muhammed Müslim liderliğindeki PYD (Demokratik Birlik Partisi)ile özerk yapılarını kurmaya başladılar. Üstelik bunu yaparken hem Suriye rejimine hem de muhaliflere eşit mesafede durmayı da becerebildiler.
Kimilerine göre “İmralı süreci” olarak tanımlanan yeni müzakere süreci, önemli ölçüde “ilhamını” Rojava’daki gelişmeden alıyordu.
Türkiye ve Suriye Kürt bölgelerinde PKK’nin ideolojik etkisi ve Abdullah Öcalan’ın tartışmasız liderliği ise herkes için bilinen bir gerçeklik.
İran’da ise İran KDP lideri Dr. Kasimlo’nun 1989 yılında Viyana’da bir komplo ile İran gladyosu tarafından öldürülmesinden sonra PKK doğrultusunda gelişen Kürt örgütü PEJAK(Kürdistan Özgür Yaşam Partisi) olmuştu. Tarihin bir anında İran rejimi şu ya da bu nedenle merkezi otoritesini yitirdiğinde Rojava’nın yanına “Rojhiilat”ın (doğu) ekleneceğinden de şüphe duymamak gerek.
Suriye’de süren savaş ikinci yılını doldururken önümüzdeki günlerde Suriye hükümeti ve muhalefeti arasında “şartların” oluşmasıyla görüşmeler başlar mı, başlarsa nereye ve hangi anlaşmalara yönelir, bütün bunları bölgede bir satranç oyunu gibi değişen güç dengeleri içinde değerlendirmek ve anlamak gerekiyor. (KA/YY)