Tam 13 yıl 8 aydır süren savaş, yarım milyona yakın can kaybı, milyonlarca mülteci, bitmek bilmeyen çatışma ve yıkımlar… Suriye, 27 Kasım’dan bu yana dönüm noktası niteliğinde, yeni bir çatışma sürecine daha girdi.
Heyet-i Tahrir’uş Şam (HTŞ) öncülüğündeki cihatçı gruplar ile Türkiye destekli ‘Suriye Milli Ordusu’na (SMO) bağlı gruplar, 27 Kasım’da Halep’in batı kırsalında ve İdlib’in güneyinde Suriye ordusuna karşı başlattıkları saldırılarla, bir hafta içinde 8000 kilometrekareden fazla alanı ele geçirdi.
“Saldırganlığı Caydırma” (Rad’ul Udvan) olarak adlandırılan saldırılarda HTŞ’nin yanı sıra Orta Asya, Kafkasya ve çeşitli Arap ülkelerinden gelen cihatçıların kurduğu Ecnad el-Kavkaz, Muhacir ve Ensar Tugayı, Türkistan İslam Partisi gibi örgütler de yer alıyor.
Operasyonda yer alan Türkiye destekli SMO’ya bağlı gruplar arasında Sultan Murad Tümeni, Hamza Tümeni, Süleyman Şah Tümeni, Ahrar’uş Şam, Feylak’uş Şam, Sukur’uş Şam, Kuzey Fırtınası Tugayı, Nureddin Zengi Hareketi, Ulusal Özgürleştirme Hareketi, Ceyş’ul İzze, Şam Cephesi başı çekiyor.
HTŞ, uzun süredir bu saldırıya hazırlanıyordu. Londra merkezli muhalif Suriye İnsan Hakları Gözlemevi (SOHR), daha önce bu duruma dikkat çekmişti.
SOHR’un, 4 Ağustos 2024 tarihli haberine göre, HTŞ lideri Ebu Muhammed el-Culani, örgütün askeri ve güvenlik komutanlarıyla bir toplantı yaparak, İsrail ile İranlı milisler arasında Suriye topraklarında veya Lübnan’da bir savaş çıkma ihtimalini değerlendirdi. Bu durumun yaratacağı fırsatları ele alan HTŞ liderleri, Suriye ordusuna yönelik saldırı planlarına odaklandı.
Görüşmede, Şam ile Halep arasındaki M5 otoyolu boyunca uzanan İdlib ve Halep kırsalındaki kasaba ve köylerin ele geçirilmesi, İdlib’in güneyi ve Hama’nın kuzeyindeki köylerin savunulması gibi stratejik hedefler masaya yatırıldı. El-Culani ayrıca, şartlar elverişli olduğu takdirde Halep kentine ulaşma ihtimalini de gündeme getirdi.
Bu ihtimal gerçekleşti ve Suriye’nin ikinci büyük kenti Halep, 30 Kasım’ın ilk saatlerinde HTŞ ve müttefikleri tarafından ele geçirildi. HTŞ-SMO saldırısı, Suriye’nin askeri ve güvenlik yapısındaki ölümcül yaraları da gözler önüne serdi.
Suriye ordusundaki çözülmenin nedenleri
Yaklaşık 14 yıldır devam eden savaş sürecinde Halep kent merkezi, uluslararası havalimanı ve bölgedeki önemli askeri tesisler bir kez bile cihatçıların eline geçmemişti. HTŞ-SMO, yıllar alabilecek kazanımları saatler içinde elde etti.
Evet, cihatçılara sağlanan çeşitli desteklere dair çok şey yazılıp çiziliyor ve gerek kullanılan silah, mühimmat ve ekipmanlar, gerekse kamikaze dronlarla bunun etkisi açıkça görülüyor. Ancak, Suriye ordusunun içinde bulunduğu durumu sadece “taktik geri çekilme” gibi argümanlarla açıklamak yetersiz kalıyor.
Başta Suriye olmak üzere Ortadoğu’daki çatışmalara Rusya perspektifinden bakan, “bağımsız istihbarat-analiz sitesi” South Front, Halep’teki hızlı çöküşe dair dikkat çekici tespitlerde bulundu.
Ağustos ayından itibaren yaklaşan saldırıya dair bilgilerin, Rusya Savunma Bakanlığı aracılığıyla Şam’a ulaştığını, HTŞ’nin eylül ayından itibaren taktik saldırı girişimlerine başladığını belirten South Front’a göre, Suriye ordusu ve İran Devrim Muhafızları bu durum karşısında hareketsiz kaldı. Halep cephe hattındaki tahkimatlar güçlendirilmedi, askeri birlik yoğunluğu düşüktü, sürekli mayın alanları ya da yedek pozisyonlar bulunmuyordu.
Suriye ordusunun “en ciddi ve halen devam eden sorunu” ise personel eksikliğiydi. South Front’a göre, aktif birliklerde yaklaşık %40, bazı durumlarda %60’a varan eksiklikler bulunuyor.
Ancak analizdeki en çarpıcı tespit şu: “Suriye askerlerinin ve subaylarının motivasyonu son derece düşük ve maddi destek çok az seviyelerde. Bu durum, ordunun yerel halka yönelik birçok gasp eylemine yol açıyor. Yetkililerin otoritesi, ordunun açık gasp uygulamaları nedeniyle ciddi şekilde zedelenmiş durumda. Halep ile Şam arasındaki M5 otoyolu, adeta Orta Çağ’daki gibi yasadışı şekilde vergilendirilmiş; rüşvet ödenmeden geçiş imkânsız hale gelmiştir. Böylece, askerlik hizmeti bir ticarete dönüşmüştür.”
Katar sermayeli Middle East Eye haber sitesine konuşan ve ismi açıklanmayan “üst düzey Türk güvenlik kaynakları” da bu genel durumun bir sonucuna işaret ediyordu: “Başlangıçta sınırlı bir operasyon olarak planlanan bu saldırı, rejim güçlerinin mevzilerinden kaçmaya başlamasıyla genişledi.”
Tüm bu iç nedenlere ek olarak, Rusya’nın Ukrayna’ya odaklanması ve son dönemde yaşanan bölgesel gelişmeler de (Gazze ve Lübnan savaşları) Suriye ordusu ve müttefiklerinin zayıflamasında etkili oldu. İsrail saldırıları nedeniyle Hizbullah güçlerinin Suriye’den Lübnan’a çekilmesi başlı başına bir etken.
Suriye’yi vuran bölgesel denklem
Suriye’de yaklaşık 14 yıldır devam eden savaşın gösterdiği bir diğer önemli nokta, bu bölgenin ‘tesadüflere’ çok az açık olduğudur.
İsrail Başbakanı Binyamin Netanyahu, 56 gün süren kara savaşı boyunca Hizbullah’a Lübnan’da diz çöktüremeyince, ABD’nin arabuluculuğunda ‘kırılgan’ bir ateşkesi kabul etti. 26 Kasım’da kameraların karşısına geçerek ateşkesi duyuran Netanyahu, Suriye’ye de parmak sallıyordu: “Suriye’de, İran, Hizbullah ve Suriye ordusunun Lübnan’a silah sevkiyatı yapma girişimlerini sistematik olarak engelliyoruz. Esad, ateşle oynadığını anlamalı.”
HTŞ-SMO’nun bir gün sonra saldırıya geçmesi de elbette tesadüf dışı açıklamalarla izahate muhtaç. Ancak şimdilik ‘bildiklerimiz’ ile devam edelim.
23 Eylül’de Lübnan’da saldırılara başlayan İsrail, hâlihazırda Suriye topraklarına yönelik hava saldırılarını da artırdı. Bu saldırıların etkileri ise oldukça ağır oldu. Sadece 20 Kasım’da, Humus vilayetine bağlı Tedmur (Palmira) kentine düzenlenen hava saldırılarında Suriye ordusu ve müttefiklerinden 105 kişi hayatını kaybetti. Ayrıca, Suriye İnsan Hakları Gözlemevi, bu yılın başından 3 Aralık’a kadar 160 İsrail saldırısı belgeledi.
Suriye’nin dört bir yanındaki askeri mevziler, karargâhlar, silah ve mühimmat depoları gibi stratejik hedeflere düzenlenen bu saldırılarda 64’ü Suriye askeri, 59’u Hizbullah mensubu, 25’i İran Devrim Muhafızları mensubu ve 200’ün üzerinde İran destekli milis olmak üzere toplamda 416 kişi hayatını kaybetti, 286 kişi ise yaralandı. Öte yandan, ABD güçleri de Suriye’nin Irak sınırındaki Deyrizor vilayetinde bulunan İran destekli güçleri hedef alan bir dizi saldırı gerçekleştirdi.
İsrail ve ABD’nin, İran’ın bölgedeki nüfuzunu hedef alma iddiasıyla gerçekleştirdiği bu saldırılar, HTŞ-SMO’nun 27 Kasım’da başlattığı saldırıdan sonra da devam etti.
Ankara bir tercih yaptı
Suriye sahasında eli güçlü bir Rusya ve İran’la masaya oturmak şarttı. 2017’deki Astana süreci, bu doğrultuda gerçekleşti. Ancak, bu güçlerin çeşitli nedenlerle zayıfladığı bir noktada masayı fiilen dağıtan Ankara oldu.
Dışişleri Bakanı Hakan Fidan, 15 Kasım’da bir televizyon kanalına verdiği mülakatta, Astana sürecinin Suriye’de iç savaşı dondurduğunu, daha fazla can kaybı ve yerinden edilmeyi azalttığını ancak “daha iyi bir çözümün mümkün olması için gerekli adımların atılmadığını” söyledi. Şam’ın, yurt dışındaki Suriyelilerin geri dönüşünü sağlamak ve muhaliflerle “bir anlayış zemininde” olması adına anayasal değişikliğe gitmesi gerektiğini, ancak bunu tercih etmediğinden ve Moskova’nın Şam’a “çok yoğun bir baskı yapmadığından” yakındı.
Peki, tüm bu süreç boyunca yükümlülüklerin Ankara’ya düşen kısmı yerine getirildi mi?
17 Eylül 2018 tarihli Soçi Mutabakatı uyarınca, HTŞ ile diğer silahlı gruplar arasında ayrım sağlanamadı; HTŞ kontrolündeki İdlib ve çevresinde kurulan onlarca gözlem noktasına rağmen saldırılar önlenemedi. HTŞ, kurumsallaşmaya ve askeri açıdan güçlenmeye devam etti.
Şimdi ise iktidarın gözü önünde, açık yol vermesiyle şekillenen bir süreçle karşı karşıyayız: İdlib ve çevresindeki hâkimiyetini genişleten, Halep kent merkezi başta olmak üzere çok sayıda stratejik noktayı ele geçiren bir ‘İslam Emirliği’.
İdlib ve HTŞ hakkında
AKP iktidarı da dâhil olmak üzere, 2011’den bu yana Suriye’deki savaşı körükleyen tüm ülkelerin suçlarının izlerini taşıyan, birikmiş ve ertelenmiş krizlerin düğümlendiği bir bölgeden söz ediyoruz. Hatay’ın sınır komşusu İdlib’de, türlü desteklerle güç kazanan cihatçılar da var; mülteci durumuna düşürülüp Batı’ya karşı pazarlık kozu olarak kullanılan siviller de. Cihatçılara kalkan yapılan, ölümleri üzerinden siyaset yürütülen askerler de bu bölgede.
El-Kaide’nin Suriye kolu Nusra Cephesi (daha sonra “Şam’ın Fethi Cephesi”) öncülüğündeki cihatçı çatı örgütü HTŞ, Ocak 2017’de kuruldu. HTŞ, Kasım 2017’de kurduğu “Suriye Kurtuluş Hükümeti” adlı siyasi yapı üzerinden İdlib’i yönetiyor ve Türkiye tarafından “terör örgütü” olarak kabul ediliyor.
Her ne kadar Halep saldırısında birlikte hareket etseler de HTŞ ile SMO arasındaki kategorik farklar bulunuyor. Daha kurumsal ve merkezi bir yapı olan HTŞ, ‘yağmacılıkla’ suçladığı SMO unsurlarını tutuklamasıyla taraflar arasındaki ilk ciddi ihtilafı ortaya çıkardı. Ancak SMO’nun ‘saldırgan tutumları’ nedeniyle HTŞ’yi kınamasının, sahada gerçek bir karşılığı yok. Bu gruplar, 2015’te İdlib’i de birlikte ele geçirmiş, ancak zamanla HTŞ diğer grupları ya bünyesine katarak ya da hegemonyasını kabul ettirerek ‘yola getirmişti.’ Dolayısıyla, mevcut koşullarda benzer bir senaryonun tekrarlanması olası görünüyor. Halep ve diğer stratejik noktaların kontrolü üzerindeki ihtilaflar, taraflar arasında bitmek bilmeyen çatışma konuları olmaya devam edecek. Ancak günün sonunda HTŞ üstünlüğünü koruyarak ‘İslami Emirliği’ni güçlendirmeyi sürdürecek.
Halep saldırısı ve Kürtler
HTŞ-SMO’nun Halep’i ele geçirmesi, kuzeyindeki Tel Rıfat ve çevresinden müteşekkil Şehba bölgesinin de akıbetini belirledi. “Halep’in kuzey kapısı” olarak nitelendirilebilecek, Suriye ordusu ve Kürt güçlerinin kontrolündeki bu bölge, Halep’teki geri çekilmeye paralel olarak boşaltıldı. Türkiye destekli SMO militanları da ‘Özgürlük Şafağı’ (Fecr el-Hurriya) adıyla başlattıkları saldırılar kapsamında burayı ele geçirdi. 2018’deki saldırıların ardından bu bölgeye sığınan Afrinliler başta olmak üzere, onbinlerce kişi yerlerinden edildi ve ‘Özerk Yönetim’ kontrolünde bulunan bölgelere göç etmek zorunda kaldı.
Halep’in kuzeyinde Kürtlerin kontrolündeki Şeyh Maksud ve Eşrefiye mahallelerinin akıbeti ise henüz belirsiz. HTŞ, Kürt güçlerine atfen yayımladığı bir bildiriyle, “silahlarıyla birlikte güvenli bir şekilde çıkış yapmalarını” istedi. Ancak son gelen haberlere göre, taraflar arasında müzakereler hala devam ediyor.
Şam yönetimine yakın kaynaklar, Halep’te yaşanan şok etkisinin, çatışmaların Hama’ya ulaşmasıyla birlikte Moskova ve Tahran’dan gelen uyarı ve destek sayesinde kısmen dağıldığını belirtiyor. Ancak çatışmalar Hama önlerinde halen tüm şiddetiyle devam ediyor.
Öte yandan, Kürt güçleri de Münbiç’i hedef alacak yeni bir SMO saldırısına karşı hazırlıklarını sürdürüyor.
Suriye’deki bu gelişmeler, yalnızca Şam yönetimi ve müttefikleri ile Kürt güçlerini değil, tüm bölgeyi ciddi bir sınavla karşı karşıya bırakmış durumda. Türkiye’nin hemen yanı başında palazlanan cihatçı gruplar, yalnızca Suriye’yi değil, bölge halklarını da daha fazla yıkım, daha fazla ölüm ve sonu gelmeyen bir savaş tehdidiyle karşı karşıya bırakıyor.
SOHR’un 4 Aralık tarihli verilerine göre, HTŞ-SMO’nun, 27 Kasım’da başlattıkları saldırıların ardından süren çatışmalar ve hava saldırıları nedeniyle bölgede can kaybı 704’e yükseldi:
- HTŞ’ye mensup 302 kişi,
- SMO’ya bağlı gruplara mensup 59 kişi,
- 23’ü subay olmak üzere 208 Suriye askeri ve 10’u Suriyeli, 15’i yabancı uyruklu olmak üzere 25 İran destekli milis,
- HTŞ’nin saldırılarında 15 sivil,
- Rusya ve Suriye güçlerinin Halep ve İdlip’e düzenlediği kara-hava saldırılarında 88 sivil hayatını kaybetti.
(VC)