Gecikmiş yazın tüm güneşi tepemizde sanki. Turistik cadde bir tarih koridoru gibi boylu boyunca önümüzden akıyor. Surların gölgesinde adımlarımız daha da hızlanıyor. Bir ara öyle hızlı yürüyoruz ki sanki yetişsek bitecek bunca musibet… Ama bitmiyor… Bir yanını Surların, bir yanını ağaçların sardığı bu huzur caddesinin hemen yanı başında tedirgin, bekleyen, yıkılan yüzlerce hayatın boy verdiğini çok fazla kimse bilmiyor.
Caddenin karşısından Ana Sokağına giriyoruz. Sonra da sağa dönüyoruz. Kilit taşlarla döşeli dar sokaklar; Venedik’te, Paris’te ve evet Toledo’da görebileceğiniz tarihi derinlikte akan hayatların içine bizi çekiveriyor. Sokakta oynayan çocukları, küçük bakkalın önünde sohbet eden adamları arkamıza alıp ilerliyoruz. Ali Paşa’nın yara almış sokaklarına doğru yürüyoruz. Meryem Ana Süryani Kadim Kilisesinin bazalttan duvarlarına dokunarak yolumuzu bulmaya çalışıyoruz. Yolumuzu bulmak diyorum; çünkü bir tarih labirentini andıran sokaklarından her seferinde kaybolarak yeniden keşfedebileceğiniz bir oyun vadediyor Suriçi ve mahalleleri.
Sokakta oynayan çocuklara yolu soruyoruz. “Abla yıkılan yerlere mi gideceksiniz?” deyiveriyorlar hemen… Önce tek tük sonra bilcümle harabeye dönen evlerin olduğu sokaklar karşılıyor bizi. Ağaçtan henüz silkelediği belli dut dolu tabağı genç adam bize uzatıyor. Teşekkür ediyoruz. Daha düne kadar onlarca aileye hayat vermiş yıkıntılara bakıyoruz.
Issızlık
Siz hiç daha düne kadar içinde onlarca hayat barındıran çatıların çöktüğünü gördünüz mü? Onlarca öykü biriktirmiş duvarların öyküleriyle beraber yıkılışının; aşka, umuda, sevgiye, kızgınlığa, öfkeye insana dair bil cümle duyguya açılacak bir kapının dahi olmayışının anlamını hissettiniz mi? Ben dün Ali Paşa’da hissettim… Nasıl da ıssız kaldım!
30’lu yaşlarında bir adam yanaşıyor; “Ne yapıyorsunuz” diye soruyor. Yıkıntıları işaret ediyoruz. “Burada yaşayan kimse kaldı mı” sorumuza işaretle yanıt veriyor; “Şu çanak anteni olan ev, şu perdeli ev dolu…” Yıkıntıların ortasında çanaklı ve perdeli evleri gözlerim saymaya çalışıyor.
Adam anlatmaya devam ediyor; “Buradaki insanların evlerini üç kuruşa aldı bazı namussuzlar… Hem de kim? Çıkarcı, rant düşünen sözde buraların insanı, kendi hemşerilerimiz aldı… İnsanların çaresizliğinden faydalandılar…”
“Ben de şurada oturuyorum… Yıkım etap etapmış. Şimdilik yıkılacak birinci etap da evimiz yok. Ama ikinci etap da galiba… Ne olacak bilmiyoruz.”
“İnsanlar nereye gitti” diyoruz. “Parası olan TOKİ’de ev aldı. Kimi başka ilçelere gitti. Olmayan da orada burada dayanmaya çalışıyor”
Ancak “Parası olanın TOKİ’de ev alabildiği” bir yerin yaşadığı yoksulluk konusunda fikri olan var mı?..
Adam devam ediyor; “Burada insanlar yoksul. Birinde olmayanı komşusu tamamlıyor. Biri aç kalsa komşusu getiriyor. Biri dara düşse komşusu yetişiyor. Bu durum başka nerde yaşanıyor? O binalara, sitelere parası yetti diyelim yine yaşayamaz. Kafes gibi, hapishane gibi gelir bura insanına… Başka yerde yaşayamaz ki Sur insanı?”
Duvarlar da siyaset yapar
Yıkılmış duvarların üzerinde koca harflerle ve kırmızı boyalı “Sur Yıkıma Hayır Diyor” yazısı dikkatimizi çekiyor. Az sonra nerede ise tüm sokaklarda, evlerin üzerinde ve yollarda yazılar olduğunu görüyoruz:
“Evimizi Vermiyoruz”, “Sur Bizimdir”, “Ölümüne Direniş”, “ Direniş Vakti”, “Yıkıma Hayır, Umut Candır”, “Uyuyarak Olmaz Uyanış Vakti”, “Em Sur’ê Nadin” , “Sur Sevdadır”, “Ev Namustur”, “Sur Halkındır”, “Toledo’ya Hayır”, ”Sur Ayakta”, “Sur Uyan” yazan onlarca duvarla karşılaşıyoruz.
Adeta Ali Paşa, Lale Bey kavgasını, itirazını, isyanını duvarlara taşımış… Duvarda siyasetini yapar gibi, duvarlar siyaset yapar gibi…
İsyan, itiraz, çağrı dolu duvar yazılamaları ile kilit taşlı kaldırımların, bazalt, taş gövdeli evlerin gölgelediği tarih kokan sokakların sakinliği arasındaki tezatlığı soruyoruz. Genç adam duvarı işaret ediyor; “Bunlar bizim içimizden geçen, yapmak istediklerimizdir… Gördükleriniz ise ancak gücümüzün yettiğidir… Bir başımızayız… Evlerimizden çıkmayarak, devlet kestiği için yaşadığımız elektriksizliğe ve susuzluğa dayanarak direniyoruz bizde”
Konuşa konuşa bir evin önüne geliyoruz. Temiz giyimli yaşlı bir çift oturdukları kapının önünden bize bakıyor. Yüzleri ne olacağını bilmeyen insanlara has gölgeli ve tedirgin. Adam “Dün Alman mı ne, Avrupalı heyetler geldi. Onlar yalvarmış da o yüzden suyumuzu, elektriğimizi açmışlar” diyor. Yaşlı kadın 30 yıldır bu evde oturduğunu anlatıyor.
Sokağın başında yıkılmış evlerden demir toplayan gencecik çocukları işaret eden genç adam; “Buranın insanı yoksul. Yıkılmasın istediği evinin demirin toplayıp satıyor. Ekmek parası işte! Bu yüzden kim onları ayıplayabilir ki?”
Bizim için yapsınlar
“Ne istiyorsunuz” diye soruyoruz.
“Biz de kimi yıkılmış, kullanılamaz durumda olan evlerin tümden yıkılmasını buraların güzel temiz, bakımlı olmasını isteri. Böyle yıkık dökük evler arada kaldığında esrarcılar, fuhuş gelişiyor. Bunlar olsun istemeyiz. Ama sonra bizim için oraları yeniden yapsınlar, yıktıkları evlerde yaşayan insanlar için yapsınlar isteriz. Burada yapıların, evlerin çoğu tarihi... Hepimizin çocukluğu gençliği, ömrü geçti… Burası tarihi bir yer, bir kültürü var. Bozulmasın isteriz. Bir gün bize sormadılar ne istersiniz diye?”
Az ilerde taş gövdeli evlerin sardığı daracık ama harika bir sokağa giriyoruz. Evlerinin önüne tabure, minder atıp sohbet eden kadınlı erkekli gruba doğru ilerliyoruz. Bir kadın “10 yıldır burada kiracıyım… Ancak burada yaşayabiliyoruz. Ev sahibim İstanbul’da… Buralar hep tarihi, güzel yerler… Yıksalar ne yaparız nereye gideriz bilmiyoruz ” diyor. Diğeri; “ Buranın sahibi evin altında gömü buldu, zengin oldu, İstanbul’a gitti… İhtiyacı yok bu eve... Olan kiracıya olacak” diyor.
Sur’da evlerin altında gömü olduğuna dair söylemler; şehir efsanesi mi bilmem ama insanlar inanıyor… Sokağın ilerisinde oturmuş gruptaki yaşlı teyze Kürtçe; “Daha buraya gelmediler, inşallah gelmezler” diyor. Bundan sonraki tüm sohbet neredeyse Kürtçe sürüyor. Üzerinde yöresel şalvar ve cepkeni olan amca; “Şimdi değil, üç yıl önce gelip bize ne istiyorsunuz diye sormalıydılar!... Dün yabancı heyet geldi, onlardan sonra da kaç gündür kesik olan sularımız geldi… Onları da tutmuşlar ama sonra bırakmışlar” diyor. Yıkım bölgesine gelen sonrada birkaç saat gözaltına alınan Danimarkalı parlamenter heyetten hemen hemen herkes bahsediyor.
“Gelenler parlamenterdi o yüzden bıraktılar” deyince, yaşlı amca; “Bizimkilerde vekildi, belediye başkanıydı onları niye daha bırakmadılar” diye soruyor. Doğrusu yanıt beklemiyor; “Kürt olunca niye kolay tutukluyorlar, vuruyorlar” diye sormayı sürdürüyor. Sonra kendi kendini yanıtlıyor; “Çünkü korkuyorlar…” Gruptan biri bize dönüyor “Siz hangi taraftansınız? AKP mi, diğeri mi, bizimkilerden mi” diye soruyor.
Başka heyetlerin gelip gelmediğini soruyoruz. Yaşlı amca gülümsüyor; “Çok kimse gelmedi. Gelen de şöyle bir on dakika uzaktan bakıp, selam verip gitti” diyor…
Yoksulluktan değil yoksunlaşmaktan korkuyorlar
Az sonra sokakta elinde bir poşetle hızla ilerleyen orta yaşlı bir kadın yanımızda duruyor; Kürtçe ne yaptığımızı soruyor. Yıkılan yerleri gezdiğimizi söyleyince bizi evine doğru götürüyor. Elindeki poşette bulunan kap kacağı gösteriyor; “Sur’un dışında ki yemekhaneden eve yemek getirecektim... Sonra getiririm” diyor… Yolda okuyan iki genç çocuğu olduğunu, evde çalışan kimse olmadığını, zaman zaman yemek dağıtılan yerden yemek getirdiğini anlatıyor.
Vardığımızda evinin bulunduğu sokağın hepsinin yıkık olduğunu görüyoruz. “Burası Talu sokak. Bak evimiz kara taşlı (Bunu gururla söylüyor, Zira bir kısmı bazalt olan evin tek lüksü bu taşlar)… Gene de yıkmak istiyorlar. Herkes gitti… Kiminin belediyeden devletten tanıdığı var. Onlara çok da para vermişler… Ben gitmedim. İki çocuğumla burada yaşıyorum. Babamdan kaldı burası bana… Önceden dört aileydik. Şimdi iki aile kaldık.”
Anlatırken bizi içeri alıyor. Oldukça yoksul olan evin harabeyi andıran dar bir odasına götürüyor. “Mutfağım” dediği bu yerde birkaç tabak, tahtalar, küçük bir piknik tüpü bulunuyor. Dar, loş ve nemli bir koridordan açılan küçük yeri gösteriyor.
“Burası da banyom… Bazen kocaman fareler, yılanlar çıkıyor… O vekillerin, memurların hiç biri gelip burada yemek yiyip, banyo yapmaz… Ama burası benim evim, anlıyor musun? Hiç iki- üç gözlü kocaman odalarım, güzel mutfağım, banyom olmadı. Olsun isterdim ama olmadı… Bari bu kalsın bende… Burası benim evim…”
Anlatıyor, anlatıyor… Onu anlayalım istiyor. Sonra yemek alabileceği yere gitmek için yola düşüyor. Bunca yoksulun, yoksulluğun vebali çok ağır geliyor
Anlıyoruz ki; bu insanlar aslında ev kavgası değil, yaşam kavgası veriyor. Yıkılan her evle yaşayamaz hale gelmekten korkuyor. Bu insanlar yoksul olmaktan değil yıkılan her evle beraber gerçek anlamda yoksullaşmaktan korkuyor. Çocuğunu güvenle bırakacağı komşudan, akşam aç yatırmayacağına inandığı bir komşunun varlığından, tarih esen bu sokaklarda konu komşusuyla bugünü ve yarını için birlikte tasalanmanın verdiği huzurdan mahrum olmaktan korkuyor. Birbirleriyle dayanışarak paylaşabildikleri hayattan koparılmaktan, Issız kalmaktan korkuyor.
Yani gerçek anlamdaki yoksullaşmaktan daha doğrusu yoksunlaşmaktan korkuyorlar. Bu korkularını giderecek tek yol ise dayanışmak, daha çok dayanışmak… Sur dayanışma bekliyor. Zira az ilerde iş makinaları polisler eşliğinde bir evi daha yıkıyor… (YG/HK)
* Fotoğraflar: Yüksel Genç