Henüz eylül rüzgârları kapıları, pencereleri kırmamış; çocukları üşütmemişti. Önce dondurup sonra da paramparça etmemişti. Barikatları, duvarları yıkmamış; ağaçları, çiçekleri, saksıları tarumar etmemişti. 20. yüzyılın sonlarındaki 'Kristal Geceler'i yaşatmamıştı; gündüze sevdalı yaşıtlarımıza. Yine de, güzün soluğu kendisini hissettiriyorken, zihnimde kaygılı sorularla terk etmek zorunda kalmıştım, Dersim'i.
Arayışım neydi? Almanya'da bulunan ailemi ferahlatmayı mı istiyordum? Şimdi de ayrımında değilim ama istemeyerek ayrılmak zorunda kalmıştım, Dersim'den. Kendimi Almanya'da bulmuştum.
Bu ülkeyi sevemiyordum. O da bağrına basmaya, sarılıp sarmalamaya meraklı değildi. Yaralarımın ilacı olmuyor; kabuk bağladıkça deşip duruyordu.
Gurbette yapamadım. Hasretim büyüyor; tanımadığım hayatlardan, yabancısı olduğum dillerden yorulmuştum. Ellerim cebimde gelişigüzel yürüdüğüm kaldırım taşları da, yağmurlar da ürpertiyordu. Taş binaların yalnızlığına alışamıyordum.
'12 Eylül' günleriydi. Sürgüne gelenlerden dinledikçe derinden etkileniyordum. İşkence tezgâhlarını, incitilen ana-babaları, yarını bugünden kaybedilen çocukları düşünüyordum. Tepkisiz değildik ama vicdanım rahat değildi. Daha fazlasını yapabilme arzusuyla diri kalıyordum.
Yaşamak zorunda bırakıldığım ama bir türlü alışamadığım ülkede aylar, yıllar böyle geçti. Okumalar yaparak, tartışarak, beste ve türkülerle meşguldüm. Bunlar içimdeki yangını söndürmüyor; büyütüyordu. Yüreğimde kaçıp saklanabileceğim bir yer de kalmamıştı.
1985 yılıydı. Aylardan temmuz olmasına rağmen burada, Dersim'de duyumsadığım sıcaklık yoktu. Almanya'ya küsüyordum: "Döneceğim! Buralardan gidecek; seni yalnızlıkların, yaşanmışlıkların ve utançlarınla birlikte bırakıp gideceğim."
Kararımı vermiştim. Almanya'yı terk edecektim. Yıllar sonra, beni doğuran ve büyüten kente dönecektim. Büyük sevinçlerin, daha büyük acıların kentine, Dersim'e... Pek çok arkadaşımın, yoldaşımın öldürüldüğü, sürüldüğü kente dönmeye kararlıydım. Bugün, kararımın arkasında durmuş olmanın haklı gururunu yaşıyorum.
***
Birkaç gündür, açlık grevlerinin yarattığı yoğun ve yorucu bir sürecin sonrasında, tarif etmeye çalıştığım bu duygularla ayrıldığım Almanya'dayım. 1979 - 86 yılları arasında yoğun bir yaşanmışlık ve anılarımızın geçtiği Frankfurt'a bağlı Rüsselsheim, Mainz ve Wiesbaden kentlerinde... Şüphesiz, Almanya benim bırakıp gittiğim Almanya değil.
Uzun gençlik yıllarımızın geçtiği Rüsselsheim gibi kentlerde eskiye dair hiçbir iz kalmamış, desem yeridir. 'Küçük Dersim' olarak bildiğimiz Rüsselsheim'in, Opel fabrikasının yaşadığı krizle birlikte küçülmesi ve dahası robotlaşan üretim sistemi sonrasında on binlerce insanın işine son verilmesi, onun eski canlılığını yitirmesine yol açmış. Deyim yerindeyse, tam bir hayalet kent görüntüsü var.
Dikkatimi çeken bir ayrıntı da, Almanya'nın yeniden, düşüncelerinden ötürü hapis cezası alan birçok arkadaşımızın buluştuğu merkez haline dönüşüyor olması. Pınar Selek ve Necati Abay, hakkında yıllardır süren davalar nedeniyle istemedikleri halde burada sürgün hayatı yaşamak zorunda bırakılan arkadaşlarımız. AKP iktidarı özel yetkili mahkemeleriyle ne yazık ki kendisine muhalif olan birçok düşün insanını, aydın ve sanatçı ve siyasetçiyi 12 Eylül koşullarında olduğu gibi sürgün yaşamına mahkum kıldı.
Sürgün yıllarımızın Almanya'sından bugüne kalan ne yazık ki, yeniden sürgün hayatlar ve kırılan umutlar oluyor. (FT/HK/YY)