Şahabettin Demir mahpus gazetecilerden biri. Can Dündar ile Erdem Gül’ün dün tahliye edilmesiyle hapiste olan 33 gazeteci arasında yer alıyor. Dicle Haber Ajansı Van muhabiri olan Demir, 2010 yılında “örgüt propagandası” yapmak suçundan hüküm giymişti.
Şahabettin Demir’in adını, bianet’in İfade Özgürlüğü Raporları’nda yıllar içinde önce Bitlis E tipi, Erzurum Oltu T tipinde en sonda da Van Erciş Açık Ceza İnfaz Kurumu’nda yatıyor diye kaydettik.
2015 biterken o sırada mahpus olan 30 gazeteciye yeni yıl dileklerimizle birlikte Van Erciş’e de kitap kolisi yolladık. Şahabettin Demir’den kısa sürede yanıt geldi; yazdığı iki kitapla birlikte.
Demir daha önce “Doğaya Dönüş” adlı demokratik komünal toplum teorisi üzerine denemelerden oluşuyordu. Demir kitabında yeni bir toplumsallık paradigması için doğaya dönüş üzerine fikirlerini paylaşmıştı. Kitap Ocak 2015’de Yoldakitap’tan yayınlanmıştı.
Demir’in mektubundaki asıl sürprizi ise Ocak 2016’da yayınlanan yeni romanıydı. "Yüreğimizin Acı Çığlığı" adını vermiş ve bir Sürgün Hikayesi üstbaşlığını koymuş kitabına. Kitabı köylerinden, yurtlarından sürgüne zorlanan halklara ve Cumartesi Annelerine ithaf etmiş.
Aniden sürgünün acımasız yüzüyle karşılaşan bir çocuğun yolculuğunu aktarmış Demir.
Şöyle başlıyor sürgün: “Sabahın dördüydü Annem beni, evin küçük odasında diğer kardeşlerimle birlikte uyurken uyandırmıştı. Bir kabustan fırlamışçasına elinde silahla annemin ardından odaya dalan 'Kalk, kalk, çabuk...' diyen askeri karşımda görmüş, anlamsızca gösterdiği yöne doğru fırlamış ve sırtımı duvara dayamıştım.
"Bizi köyümüzden çıkardıkları zaman kızılımsı güneş Gelye Zilan'ın en büyük dağı Keleha Babezenge Dağı'nın ardından yeni beliriyordu. Yakınından geçtiğimiz köylerde de bizim gibi onlarca farklı grup, evlerini, eşyalarını, hayvanlarını ardında bırakarak asker nezaretinde bu yılgın kervana katılıyordu."
Şahabettin Demir'in sürgün hikayesi bir coğrafyanın hikayesi...
Anlatı boyunca kesif bir hüzün hakim...
"Bugün sürgünümüzün dördüncü günüydü. Cami avlusu bir toplanma kampı görünümü veriyordu. Sefaletimiz her gün katlanarak artıyordu";
ama dirençli bir özlem de yol arkadaşı oluyor anlatıya:
"Seyyithan bir ağaç parçası almış, uğur böceğini buna koymuş oynaşıp duruyordu. Asker Seyyithan'a kızdı, bağırdı. Hızını alamayıp yanına giderek kulağını çekmişti. Ben yerimde duramıyordum. Çocuğu döverse ben de askere vuracaktım. Avuçlarımı sıktım. Askere doğru yürüdüm..."
Hüznün de öfkenin de kaynağı aynı. Ve yerinden edilmişliğin izleri yıllar boyu sürüyor. Roman zaten bir geri dönüş ve anıların aktarımıyla nihayete eriyor.
"Yaşlı amca 'Bak, şu aşağıyı görüyor musun, kaya yığınlarını' diye sordu. 'Evet görüyorum' dedim, 'ne olmuş orada'?
"Yaşlı amca 'İşte benim babamla ve Reşo amcanızın babası orada yatıyor' dedi. 'Binlerce insan orada yatıyor' diye sesini yükseltti.. 'Bizler bu zulmü yaşadık, o zaman daha çocuktuk. Ben pek çoğunu da hatırlamıyorum. İsyandan sonra bizler, yani cenazelerin altından kurtulanları da sürgüne gönderdiler. Ama bak topraklarımıza geri döndük sonunda' dedi. Sonra bana dönerek 'Ya işte böyle evlat' dedi 'sizler bu topraklarda doğdunuz, burada ölmelisiniz"...
Sonuçta, Seyithan Demir zorla çıkarıldığı artık harabeye dönmüş köyüne yıllar sonra dönen roman kahramanın gözünden köksüzleştirilmeye direnişi anlatıyor.
Yazıyı kitaplarla birlikte yolladığı kartta yer alan Şahabettin Demir'in cümlesiyle bitirmek doğru olacak: "Bu iki kitap çalışmasını kalbi özgürlük için atan tüm tutsaklara ve halklarımıza armağan ediyorum". (HK)