Diyarbakır’da güneşli bir gün… Suriçi’nin dar kuçelerinde serinleyerek yürüyoruz.
Gazi caddesinin kalabalığı kuçeler daraldıkça tenhalaşıyor. Saray Kapı yönüne ilerleyip İçkale’ye varıyoruz. Sağ yanımızdaki küçük vadinin hemen yanı başında surlar uzanıyor. Hiç olmadığı kadar kalabalık. Hz. Süleyman Camii ve Türbesi ziyaretçi akınına uğruyor… Artuklu kemerinden geçip girdiğimiz içkale Hurri –Mittani uygarlığından Asur, Artuklu ve günümüze kadar yaşamış nice uygarlığın kalıntılarını sergiliyor.
Geçmişin kokusu giydirilmiş, son günlerin restorasyonu ile 'mühendistik' bir makete dönüştürülmüş kaleyi geziyoruz. Önümüzde uzanan Dicle nehri ve Hevsel bahçelerinin yeşili; 'mühendistik' dizayn yüzünden tarihe yabancılaştırılmış İçkale’ye dünya harikası bir manzara sunuyor.
Surlara doğru ilerliyoruz. Yanımızdan geçen türbanlı genç kadın delikanlıya “Biliyor musun ben hiç tiyatroya gitmedim” diyor. Delikanlı bu memleketin tüm kadınları tiyatroya gitmiş gibi “ Ciddi olamazsııın?” deyiveriyor. Gülümsüyorum.
Beraber gezdiğimiz çalışma arkadaşım Xeyri Sur’lu. O etrafa her baktıkça kendine ait olan Sur’u anlatıyor.
Kâh Amida Höyüğünü gösteriyor; “Biz hep bu tepeye çıkardık. En güzel oyunlarımızı burada oynardık… Şurada kalenin dibindeki küçük kapıdan içeri girerdik…”
Kâh sağ tarafta Sur yerleşim yerleri ile İçkaleyi ayıran büyük burçların oyuklarına işaret ediyor:
“Şu kapı açıktı. Su akardı… Şurada havuz vardı… Buradan suya kaçardık…”, “İçkalenin bu kısmında çok değil birkaç yıl önce evler vardı. Şimdi yıktılar... Evlerin molozlarıyla da tarihi örttüler. Bak şu ilerisi Roma’dan kalma eski bir tiyatroydu… Artık sadece çimlenmiş öylesine bir yer…”
Anılar anıları kovalıyor…
Sağımıza düşen kale bedenin ince merdivenlerinden yukarı çıkıyoruz. Gördüğümüz manzara karşısında donuyoruz. Bir zamanlar birer mahalle ve sokak isimleri olan düzlüğe bakıyoruz. Çok değil daha iki yıl önce koşturan çocukların, yönünü Bedene* ya da Hevsel’e verip oturduğu, eşik önünde derin muhabbetlere dalan kadınların cıvıltısıyla dolan sokaklar yok!…
Hayat yok!…
Ses yok!…
Ortaçağ filmlerinde rastlayabileceğimiz bir ölümcül yıkım; Kurşunlu Cami’den, Dört Ayaklı Minare’den Dicle’ye, Hevsel’e doğru savurmuş külünü, dumanını…
Duman yok!...
Kül yok!..
Adeta Bülbül’ün konacağı dal, şakıyacağı yaşam yok!...
Burçun üstündeki insanların yüzleri bir Ortaçağ yangınına bakar gibi kara, gözleri tarifi zor bir acı yüklü… Arkamızda dünyanın kadim bahçesi ve ona hayat veren Dicle usulca akıyor, önümüzde ise adeta talan mevsimine tutulmuş, geçmişsiz kılınmış toprak parçası duruyor.
Xeyri; “Buraya gelmemek için çok dirensem de geçen gün ilk geldim” diyor.
“Ne düşündün” diyorum…
“Ağladım!.. Saatlerce çocukluğumu düşünüp sadece ağladım” diyor. Dalıyor...
“Bu ne acımasız bir hafızasızlaştırma, geçmişsiz kılma, kimliksizleştirme hali böyle” diyorum… Bir yanımız mühendis marifetiyle maketlenmiş tarih, bir yanımız bir zamanlar evlerin, hayatların, sokakların aktığı dümdüz arazi parçası…
Hazreti Süleyman Türbesine doğru yürüyoruz. Binlerce yıllık tarih sanki bu türbelerin arka bahçesi olarak düzenlenmiş gibi geliyor bana. Bir genç kadın sıcaktan bunalmış annesiyle konuşuyor bankta:
“İlla Türbe dedin geldik… Ben de sizi hiç anlamıyorum!.. Yüzyıllar önce din adına gelmişler Diyarbakır’ı işgal etmişler, şehrini koruyan senin dedelerinle atalarınla savaşırken vurulmuşlar. Şimdi de siz kutsallaştırmışsınız, bunları ziyarete geliyorsunuz?”
Kadın “Keçe min wisa na bêje… Te dikeve guneh e!”** diyor.
Kız aldırmaz biçimde elini sallıyor:
“Boşversene, işgalcisine tapan başka bir millet te yok!”
İstanbul’dan gelen arkadaşım telefonda, Sur’u gezmek için Şeyh Sait Meydanındaki Turizm Enformasyon Bürosundan broşür isteğinin geri çevrildiğini anlatıyor; “Bürodaki kız; Maalesef veremeyiz, daha önceki belediyenin hazırladığı tanıtım broşüründe ‘Amed’ kelimesi geçtiği için kayyum yasakladı. Yenisi de henüz yok, dedi. Bu nasıl bir şey Allah aşkına!” diye soruyor…
Baştan sona bir hakikat çarpıntısı İçkale'ye sinivermiş gibi geliyor… O surlardan yok olan sokakları izlemenin de bir iki güne yasaklanacağını bilmeden içime saplanan hüznü de yüklenip uzaklaşıyorum… Sur’u artık bir hakikat çarpıtması ve bir hakikat çırpınması olarak orada öylece bırakıyorum… (YG/HK)
* Beden: Diyarbakırlılar kale burcuna derler
** Keçe min wisa na beje… Te dikeve guneh e!: Kızım, böyle söyleme, günaha giriyorsun…