Burgaz Adası’nda geçen çocukluğumda şahit olmaktan hiç hoşlanmadığım ve hâlâ belirli bir stresle izlediğim dinamik, büyükçe tekneleri denize indirme anlarıdır.
Donyağıyla sıvanmış felenklerin üzerinde suya doğru ağır ağır yönlendirilen, dengesini rampa aşağı her an yitirebilecek teknenin bana ait olması veya olmaması fark etmiyor. Bu geleneksel işi üstlenenlerin engin tecrübesine rağmen kocaman kütlenin bir anda kontrolsüzce kayma ve telafi edilemeyecek hasara yol açma ihtimali nedense beni fazlasıyla geriyor.
Neyse ki içimde Nuh’un gemisinin mesuliyetini taşıyormuşçasına alevlenen hisler bugüne kadar her seferinde boşa çıktı.
Halbuki üç nesildir ailece sayfiye olarak bellediğimiz Burgaz’daki mazimde defalarca şahit olduğum ve adeta çırpınan atlarla anında empati kurduğum dinamik çok daha dramatikti. Artık tek tük kalmış çektirmelerle ana karadan adalara, gerisin geriye veya adadan adaya taşınan beygirler mevzubahis göçler sırasında fazlasıyla hırpalanıyordu.
Mümkün olduğunca geniş, ahşap bir kalas veya en iyi ihtimalle bir rampa, çektirmelerle yanaştıkları iskele veya kıyı şeridi arasında köprü vazifesi görüyordu. Atların pek de aşina olmadığı su araçlarına binmeleri veya inmeleri adeta akrobatik maharet gerektiriyor, faytoncular ve tekneciler gerildikçe atlar iyice huzursuzlanıyordu.
Onlar beygirleri çekiştirip zorladıkça hayvanlar inatlaşıyor, dalgalardan ötürü çektirmeler hele de bir sallanınca, karşılıklı mücadele yoğunlaşıp dakikalarca sürüyordu.
Mevzubahis kalasın üzerine adım atabildikten sonra bu eğreti köprü belirli bir açıya sahip olduğundan atların toynakları kayıyor, neye uğradıklarını çoktan şaşırmış hassas hayvanlar panik içinde dengelerini tekrar bulmaya çalışıyorlardı.
Bu arada istenen neticenin hızla elde edilebilmesi için insanlar tarafından nasıl itilip kakıldıklarını tahmin edebilirsiniz.
Sözkonusu dinamik sırasında atların sağa sola çarparak denize düştüğünü, yaşadığım travmaya tepkisel olarak hafızamdan silmiş olmam ihtimali yüksek.

Adalara “sınıf” atlatma operasyonu
Lakin çektirmelerin yalnız Ada'dan değil, tüm denizlerden eli eteği çektirilmiş olduğu için sözkonusu denizaşırı beygir taşımacılığı akabinde çıkarma gemileriyle gerçekleşmeye başlamıştı.
Artık atlar bilhassa binmesi ve inmesi nispeten konforlu, geniş hacimli taşıma araçlarına talim ediyorlardı.
Her ne kadar heyula gibi çıkarma gemileri, motorlarının çıkardığı gürültüyle birer paslı ejderhayı andırsa ve içinde seyahat edenleri fazlasıyla sarssa da beygirler görece rahatlamıştı.
Gelgelelim faytoncular gene de beklenen performansı zamanla gerçekleştiremez hale geldiler ve onlara ekmek parası kazandıran beygirlerine karşı nankörlükle suçlandılar.
O piyasayı denetlemesi gerekenler, önceden hazırlanmış senaryoya uygun olarak zaten çoktan sırra kadem basmıştı. Turizm kapasitesi katbekat aşıldığında Prens Adaları’nın bilhassa büyüklerinde mafyöz oluşumlar, deyim yerindeyse hanidir at koşturuyordu. Onlarla mücadele etmek nedense herkesin harcı değildi!
Adaların oldum olası zayıf belediyesi, sinsi planın partiler üstü sahibi büyükşehir belediyesinin gücünü arkasına alarak faytonları tasfiye sürecini başlattı. Vaziyetin beygirler için ne kadar dramatik olduğunu propagandayla beslenmiş halkın büyük çoğunluğunun idrak etmesini beklediler. Akabinde de faytonların denetimli şekilde yaşatılması yönünde direnenlerin azınlıkta kaldığı bir anda harekete geçtiler.
Arkalarında, duygu sömürüsü arenasında sesi gür çıkan bazı sözde hayvanseverler mühim rol oynayacaktı. Medyayı da arkasına alan sansasyonel operasyonun “hassas” kahramanları, belediye amacına ulaştıktan sonra beygirler ahırlarda telef olurken, kimbilir hangi şartlarda memleketin muhtelif köşelerine sürülürken ve kimsenin şaşırmadığı, etleriyle sucuk yapma pratiğinden bahsedilirken, hayvanseverlik davalarına nankörlük edip komplonun basit maşaları olduklarını ispatlarcasına sırra kadem basmışlardı…

Yürümek “ayıp” oldu
Adalar'ın fayton sonrası en masum ifadeyle nasıl bir lunaparka dönüştürüldüğünü, minimal yüzölçümlerine rağmen bir türlü doyulamayan miktarlarda asfalta ve betona gömülüşünü, daracık yollarında devasa görünen, aslında şehre ait çirkin toplu taşıma araçlarına nasıl teslim edildiğini rahatlıkla görebiliyoruz. Bir türlü denetlenemeyen raporlu, raporsuz özel elektrikli araç enflasyonu hiper enflasyona dönüşürken Prens Adaları’nda idari anarşinin alıp yürüdüğü muhakkak.
Yasak olmasına rağmen scooter ve elektrikli bisikletlerin de, alınan çok sıkı güvenlik önlemlerine rağmen önü bir türlü kesilemiyor. Ayrıca, kısacık mesafeleri bile yürümenin zül, hatta “ayıp” sayıldığı günümüzde hızlı gitmesine gitgide daha fazla müsamaha gösterilen toplu taşıma araçlarına kendini taşıtmak adeta bir statü sembolüne evriliyor.
Ezik belediyenin himayesindeki taksilerin taşımacılık ücretleri mütemadiyen artarken ada yollarının yeni hâkimleri, delikanlı şoförlerin maaşlarındaki kifayetsiz artış ancak örselenmelerine yol açabiliyor.
Sanki yüzlerce adaya sahipmişiz de bazılarını feda edebilirmişiz düşüncesiyle talan dörtnala sürüyor, bir şeyleri layıkıyla korumak, hatta geliştirmek yerine taklit bir modernleşme adına harcamak, kolay paraya ve ranta çevirmek sanki en aşina stratejiymiş gibi tercih ediliyor; oysa İstanbul’un başka adası yok!
Maazallah bunun ardından Marmara Adası’nın İskoçya ve İrlanda’yı andıran tepelerinde serbetçe dolaşan muhteşem at sürüleri de, köpekler gibi saldırgan sayılmamalarına rağmen en azından “kendi güvenlikleri için” toplatılıp insanın onlar için öngördüğü en “sağlıklı” ortamlara el yordamıyla sürülmesinler?

At sosyetesi
Dünyanın en köklü sinema etkinliklerinden, geçtiğimiz haftalarda 78. kez gerçekleştirilmiş Locarno Film Festivali’nde yer alan Air Horse One adlı belgesel Prens Adaları’nın aksine, bizi bazı beygirlerin şaşaalı evrenine taşıyor.
Haklarında şanslı atlar deyip dememe inisiyatifini size bıraktığım mevzubahis beygirlerin, muhtelif engelleri belirli bir koreografi çerçevesinde aşıp şov yaptıkları binicilik gösterileri ve yarışmaları hâlâ dünya çapında alakayla karşılanıyor. Görünürde herhangi bir konfordan mahrum edilmemeleri, ihtimamla bakılmaları ve bunun sonucunda istenileni vermeleri, varoluşlarını gene koşulsuzca insana borçlu olduklarını ispatlıyor.
Yönetmen ve senaryo yazarı hanesinde adını gördüğümüz Lasse Linder, 2025 İsviçre, Belçika ortak yapımı 21 dakikalık belgeselde bizi Legacy adlı meşhur beygirle yakından tanıştırıyor. Munis olduğu için, sükünetini genelde koruduğu için, emirleri yerine getirerek itaatkâr davrandığı için meslektaşlarına göre daha çok seviliyor; sportif muvaffakiyetleri de cabası.
O bir süperstar, o bir kraliçe!
Performansını daima en üst seviyede koruyabilmesi için kendisine tahsis edilmiş açık hava yürüme bandının da bunda mutlaka payı vardır!

Hayvanlar hizmetimizde
Fakat parlak kariyeri onun sık sık uçağa bindirilip yalnız Avrupa ülkelerindeki değil, Atlas Okyanusu’nu aşıp ABD’deki etkinliklere de iştirak etmesine yol açıyor. Zamanının bir kısmı oradan oraya kara yoluyla taşındığı at nakil araçlarında, hava alanlarındaki beygir otellerinde, devasa kargo uçaklarında, kısacası lojistik bir hengâmenin içinde geçiyor.
Belgeselin albenisini artıran unsurlardan İngilizce adı, ABD liderlerinine tahsis edilen ve filmlere mevzu olmuş başkanlık uçağından esinlenerek verildiğinden, şirin sinema eserine belirli bir ironiyle yaklaşmamız gerektiği baştan hissettiriliyor.
Minimalist bir dilin tercih edildiği filmde kahramanımızı hava alanlarının kulak tırmalayıcı elektronik alarm sesleri arasında, daracık konteynerlerde veya konteynerlerin kargo uçağına sokulmasına yarayan kaldıraçların üstünde, sükûnetini korumaya çalışırken takip ediyoruz.
Beygir taşımacılığıyla iştigal eden, dünyanın en şık ve pahalı lojistik sektörü için nasıl olsa işler tıkırında.
Legacy’nin bir ara kameraya dönüp kocaman gözleriyle adeta durum müşahadesi yapmamızı talep etmesi ziyadesiyle manidar. Defalarca uçmuş olmasına rağmen uçak havalanırken huzursuzlanması şaşırtıcı mı?
Ya kapalı spor salonlarında yankılanan, sunucunun borazan sesiyle yüksek volümlü, agresif ritmli müziklerin beyni allak bullak eden kaosunda soğukkanlılığını korumasına ne demeli?
O, ister inanın, ister inanmayın, çevresindeki insanların ifadesiyle yapması gereken işi iyi biliyor, işini seviyor, gönülden yapıyor, üstelik herkesten iyi olduğunu da biliyor, dolayısıyla ihtimamı hak ediyor!
Belki de Legacy hipodrom yarışlarında ölümüne koşturulan beygirler gibi başka çaresi olmadığını çoktan idrak etmiş vaziyette; çünkü gayet iyi bakıldıkları Batı medeniyetinde de olsa, asırlardır insanlara hizmet etmiş evcil hayvanlar, insanların işine yaramadıkları takdirde kolaylıkla unutuluyor, yaşayabilecekleri coğrafyalar da tükendiği zaman zaten yok olup gidiyor.
Üstelik onların var olmadığı coğrafyalar, İstanbul’un Prens Adaları gibi şehirden farksız, soğuk, kişiliksiz ve ruhsuz alanlara dönüşerek arsız neoliberal kapitalizme teslim ediliyor.
Yoksa Burgaz Adası büyük yangınından sonra ortadan kaybolan kirpilerin ve kaplumbağaların ormanda tekrar görülmesiyle, hatta “misafir” leyleğin geçici varlığıyla kendimizi avutmalı mıyız?
İstanbul’un incileri beygirsiz, merkepsiz ve hatta köpeksiz hâle getirilip geriye dönüşü olmayan şekilde tüketilirken, Prens Adaları’nın kıymet bilmezlere, vurdumduymaz kör ayvazlara, şuursuz vandallara, ancak bir süreliğine faydası dokunabilir.
Her alanda “çölleşme” yakındır!
Ruhlarında adalılığı taşıyanlar çirkin asalakları asla affetmeyecek, adanın sonunu getirdiklerini iş işten geçtikten sonra dahi yüzsüzlere defalarca hatırlatmaktan bıkmayacak ve yağmaya dönüşen işgüzarların icraatını zinhar unutmayacak!
(RL/EMK)







