Fotoğraflar: Can Candan ve Boğaziçi Direnişi Twitter hesapları
Bu yazımı Boğaziçi Üniversitesi'nde beş yüzü aşkın gündür direnen öğrencilerimize ve akademisyenlere adıyorum.
Geçen Cuma günü (20 Mayıs 2022) kampüste ilk kez gözaltına alındım. Sanırım on beş yılı aşkın bir süredir ders verdiğim o pırıl pırıl öğrencilerin sayesinde genç kaldığım için beni hâlâ öğrenci sananlarla karşılaşıyorum. Bir yandan zaten ders vermek, bitmeyen bir öğrencilik halidir. Fakat buradaki mesele bu sefer öğrenci sanılmam değil, bir öğretim görevlisi olduğumu bile bile gözaltı yapmaktan çekinmeyen, kampüste bulunmaması gereken Çevik Kuvvetin kampüse girmesine izin veren kişinin kendisi.
Bilimin ve sanatın belleği
Üniversite, insanın hayatında bir dönüm noktasıdır. Geçmişte yakın çevresinde bulunan insanlar kendisine benzer olduğu halde artık gözlerini yeni bir dünyaya açma ve kendi dünyasındakilere benzemeyen başka insanlarla aynı amfide, derslikte yan yana öğrenim gördüğü, araştırma yaptığı, kendisini ve dünyayı keşfettiği yerdir. Burada bilimin ve sanatın belleği konuşur.
Burada ders veren herkes insanlığa karşı sorumlu olduğunu bilerek dil, din, cinsiyet, renk, ırk gözetmeden öğrencilere insanlık belleğini aktarır ki öğrenci hayatın ve uğraştığı alanın kendisiyle başlamadığını bilecek tevazuya erişsin. Bir öğrenci şayet üniversitede kalır ve daha ileri düzeyde araştırma yapmak isterse artık o da bu dünyaya ait kendi sözünü ufak ufak yoğurur; bir gün gelecek ve fikrinin ince gülü muhakkak açacaktır.
Bitmesini istemediğiniz rüya
Farklı fikirlerin ifade edilmesini istemeyen ve gücün sadece başka fikirleri bastırmak anlamına geldiğini sanan birinin, sırf bu yüzden, herhangi bir yükseköğrenim kurumundan mezun olmuşsa bile aslında gerçek bir üniversite öğrenimi görmediğini söylemek yanlış olmaz. Kısacası bugün üniversitelere, meslek yüksekokulu muamelesi yapanlar aslında üniversitenin ne anlama geldiğini pek bilmiyor. Üniversite, fikirlerin tartışılarak yeni keşiflere ve icatlara açıldığı yer olduğundan genç yaşta başlayanlar için bile bazen bitmesini istemediği bir rüyaya dönüşür çünkü üniversitenin dışındaki hayat o zamanın getirdiği gerçeklik üzerine kurulmuşken üniversitede hayal etmeye devam edersiniz.
Bunun yanı sıra bir belleğe de davet edildiğiniz için ilk yazılı eser Gılgamış'tan beri o eskimeyen insani değerleri kavrayacak kadar her şeyi sorgularsınız. Bunu kâh rezil olma pahasına kendini başkalarına açacak cesareti bularak, kâh her insanın ya da yaşayan her canlının yaşamına saygı duyarak ve bazen ne yazık ki telafisi olmayan hatalar da işleyerek yaparsınız. Bir yandan hayatta kalma mücadelesi verirken bir yandan da giderek daha çok dünyadan olmaya başlarsınız; ayaklarınız hem yere basar hem de uzak diyarlara yelken açtığınız bir teknedesinizdir artık.
Bu bir cesaret işidir; bu, ucunda yıllarca çalışıp istediği sonucu elde edememek ya da yıllarca hayal edip başka birinin bu hayali devam ettireceğini bilerek adeta uçsuz bucaksız bir boşlukta yüzmek gibidir; korkutucudur. Ölüm kapınızı çaldığında belki de çalışmanızın tamamlanmasına zaman kalmaz bile ama sürecin kendisi zaten keyif verdiği için bir o kadar da kışkırtıcıdır.
Polisler arasında atanamayan öğretmenler
Gözaltı otobüsünde bir polisin de dediği gibi polislerin arasında da bir zamanlar öğretmen olarak atanmayı bekleyenler vardı. Atanamayan öğretmenlerin polis olmaya hevesli olmasının arkasında, ülkenin ekonomik gerçekleri yok sadece. Hoş, atansalardı da kazançları maddi değil, manevi olacaktı.
Sırf kendilerini ifade etme adına kendi üniversitelerinde en fazla bir kilometre yürümekten başka bir amacı olmayan ve hakları anayasa tarafından korunan ama ne yazık ki elleri kelepçelenmiş rengârenk gencecik üniversiteliler ile birlikte dokuz saat boyunca karanlık bir gözaltı otobüsünde beklemeye razı olan polis memuru, sadece bir an önce evine gitmek istiyorsa bugün beş yüz günü aşkın bir zamandır direnen akademisyenleri alkışlamak lazım. Yıllar önce polis okulları kapatıldığında Boğaziçi Üniversitesi'ne öğrenim görmeye gelen öğrenciler vardı; ders verirken kimse bir an önce eve gideyim diye düşünmez, zaten evindedir.
Aylardır akademisyenlerin uyarılarına kulaklarını tıkayan yönetim, ileride üniversiteyi sadece savunma sanayinin, uzay araştırmalarının, maddi açıdan kendilerini ve bir avuç patronu zengin edecek insanların hizmetine vermeye adıyorsa onlar da ne yazık ki üniversiteden henüz mezun olmamıştır.
Kendi öğrencisine kendisini güvende hissedeceği bir ortam sağlamak yerine ve "bakın biz burada tek tek her öğrencimize işte böyle saygılıyız" diyecek yerde iki yüzden fazla Çevik Kuvveti ve (o gün itibariyle) yürümek isteyen öğrencilerden sayıca fazla hem orta yaşlı hem de neredeyse öğrencilerle yaşıt o kadar sivil polisi kampüse alıyorsa orada bir yönetimden söz etmek mümkün mü? Burada hiç tanımadığımız başka birilerinin borusunun öttüğünü görmek zor değil.
Bir taş koymamış
Melih Bulu atanıp da geldiğinde ilk kaybettiği öğrenciler ve akademisyenlerdi. Çünkü onunkisi haksız bir kazançtı zaten. Boğaziçi Üniversitesi'ne henüz emek vermemişti; oradaki insanların isteklerini hiç gözetmemiş, "benim üniversitem" diyecek bir hizmet götürmemiş, bir taş da o koymamıştı. O sadece atanmıştı; üniversite bileşenleri tarafından seçilmemişti. Tıpkı o eskiden seyrettiğimiz Bugs Bunny'deki gibi biri onu kral da ilan etseydi, ona da "hayır" demezdi belki de.
Emek vermeden herhangi bir sıfat edinmek isteyen her insan ancak zorbalığa başvurduğunda, belki yalan söyleyerek, belki mış gibi yaparak, kısacası herkesi kandırarak ya da kendinden üstte gördüğü birilerine yaranarak o sıfatı elde etmez mi? Oysa herkes eşittir. Fransa'da kralın başı giyotinle kesildiğinde onun da her insan gibi bir bedeni olduğunu görenlerin şiarıdır bu. Her insanın bir iskeleti olduğu gerçeği birilerinin omurgasının bir sıfat uğruna, hem de sevilmediğini bile bile, farklı şekiller almasını engellemiyor ne yazık ki.
Bu arada Çevik Kuvvet çok çevik hakikaten. Kolumda ve dizimde morluklar var. Nişandır bize; demek etim hâlâ o kadar kalınlaşmamış. Kampüste hiçbir şey yapmadığı halde nefes aldığı mekânda öğrencimizin kafasını otobüse vurarak ve ters kelepçe yaparak götüren o memura da bir çift sözüm var: Ellerimiz kelepçeli karanlık bir otobüste neredeyse dokuz saatin sonuna geldiğimizde öğrencilere "Naci İnci'ye iletmek istediğiniz bir şey var mı" diye sorduğumda o esnada beklenecek en sıradan ufak bir kötü söz bile etmeyip "ne diyebiliriz ki" dediklerinde bir kez daha hayran kaldım onlara.
"Of sustular sonunda!"
Aynı otobüste kelepçeli bir halde onlara moral vermeye çalışırken, farklı duygusal hallerine tanık olurken, o ışıkları yanmayan/yakılmayan otobüste cıvıl cıvıl sesleri bir anda kesilince bir polis memurunun "of sustular sonunda, başım şişti" demesine hafifçe gülümsediğimi fark ettim bir an. Biliyorum yazdıklarım kulağa çok duygusal geliyor, ama sanıldığının aksine bilim ve sanat dünyaya hükmetmek, doğayı sömürmek üzere hareket etmek zorunda değil.
Canlıları öldürmek üzere nasıl sistemler geliştirilebilir, doğayı daha nasıl mahvedebiliriz gibi araştırmaların yeri değildir üniversite. Ekolojiyi gözetmek ve egonun terk edildiği bir zeminde olmayı sanırım tercih etmek mecburiyetinde kaldığımız da gün gibi ortada ve dünyada iyi ki yalnızca biz insanlar yokuz. Yoksa hayat inanılmaz sıkıcı olurdu.
Umudu yeşertmeye çalışan bir üniversite
Hep birlikte ancak bir filme yakışacak kadar iyi planlanmış bir şiddet oyununda payımıza düşeni alıyoruz ne yazık ki. Herkesin gülmeyi özlediği, bu sene intihar eden iki öğrencimizi de düşündüğümüzde kampüste kimsenin şiddete maruz kalmadığı, farklı kimlikleriyle öğrencilerin yan yana durabildiği, konuştuğu, barışçıl bir ortamı özlüyoruz. Özlüyoruz dedim çünkü ilk kez Boğaziçi artık bir üniversiteden çok, güvenliğin, maaşlarını, yaratılan şiddet ortamında hiçbir suçu olmayan öğrencilere saldırarak aldığı bir yere dönüştü.
Geçen Cuma günü hepimiz gördük ki bir güvenlik polisten yardım talep ediyordu. Nedense bana öyle geliyor ki güvenlik sadece bir kişiye hizmet ediyor; o da kendini en güvensiz hisseden kişi olsa gerek. Disiplin soruşturmaları sıradanlaştı, dekanlar görevlerinden alındı, başka ülkelerden davet alan öğrenciler üniversiteden uzaklaştırıldı, darp edildi, ağır ceza mahkemelerinde yargılandı, hücre cezasına çarptırıldı. Ve inanmayacaksınız ama bu kadar şiddetin ortasında dersler hep devam etti, ediyor. Belki güzel günler görürüz inancıyla yine de bu şiddete rağmen umudu yeşertmeye çalışan bir üniversite var hâlâ.
Gece yarısı o karanlık otobüste bir ara "sonuçta işte Vatan'a kadar yürünmüş oldu" dediğimde öğrenciler hep bir ağızdan güldüler. İçlerinden biri anında cevap verdi. "Evet, hem de bir otobüsle."
Hepimize geçmiş olsun.
(İS/AÖ)