Yaptığım haberlerden dolayı bir yıl cezaevinde kaldıktan sonra size yaşadıklarımızı yazmak istedim. Türkiye'de hukukun geldiği vahim boyutu hukukçularımız sürekli anlatıyor ve günümüzde özel yetkili mahkemelerde süren davalarda bunu net bir şekilde ortaya koyuyor zaten.
Bu yüzden işin hukuki boyutunu hukukçulara bırakmakla birlikte şunu belirteyim; Türkiye'de sadece gazeteciler, siyasetçiler değil tüm yurttaş potansiyel suçlu durumunda.
Düşünün tüm yaşamınız teknik veya fiziki takip altında. Birileri sürekli sizin telefonlarınızı dinliyor, facebook sayfanızı, MSN görüşmelerinizi takip ediyor. Yani hayatımız resmen BBG evine dönmüş durumda.
Ben ve aynı dosyada yargılandığım gazeteci arkadaşlarım iddianamemiz bize verildiği zaman bu durumu daha net kavradık. Cep telefonuyla ya da internette yaptığınız sohbetler gün geliyor karşınıza suç unsuru olarak konulabiliyor, en özel hayatınız gözler önüne seriliyor.
İşte Türkiye böyle bir dönemden geçerken biz gazeteciler elbette içeri alınacaktık. Kim demiş ki düşünce özgürlüğü var diye?
Ben on yıldır gazetecilik yapıyorum. Van'da Dicle Haber Ajansı'nda (DİHA) ve yerel bir gazetede çalıştım.
Yaşadığımız bölgede eğlence kulüplerinde yaşananların haberlerini yapabileceğimiz hayatlar yok buralarda; ya işkence ve yargısız infaz haberleri, ya şiddete maruz kalan kadınların ya da süren çatışmalarda ölen gencecik insanların haberlerini yapacaksınız.
Bu coğrafyada habercilik yapmak bu durumlarla iç içe olmaktır. Bu haberleri yapabilmek için de haber kaynaklarına ihtiyacımız var ve bunun içinde çok geniş bir ilişki ağımız olmalı. Gazetecilik mesleğini ifa eden her muhabir bunu yapmak zorunda.
Bazen birileri telefonda ya da internette size uç şeyler de söyleyebilir. İşte böyle bir ortamda yaptığımız tüm gazetecilik faaliyetleri suç sayılıyor.
Bizim iddianamede Fırat Haber Ajansı (ANF) Haber Müdürü'nün haber için Türkiye'de ilişkiye geçtiği herkes örgüt üyesi sayılıyor. Türkiye Cumhuriyeti devletinin onayıyla kurulmuş ve devlete vergi veren, hali hazırda faaliyetlerini yürüten ve yasal bir kurum olan DİHA'da çalışmak suç sayılıyor.
Haber yaptım
Benim suçum da DİHA'da yaptığım dokuz haberdi.
Bu haberlerde şunlardı: İHD'nin basın açıklaması, Iğdır'da polis işkencesi, yazar Mehmet Güler'in bir kitabına açılan dava, mazot kaçakçılarının dramı, Van Genç İşadamları Derneği'nin (VANGİAD) 'AKP bölgeye yatırım yapmıyor' başlıklı yazılı basın açıklaması...
Bu haberler suç sayıldı.
Şimdi yaşadığımız bu süreci size başından itibaren anlatmak istiyorum. Van'da meydana gelen depremlerin ardından gittiğim İstanbul'da, misafir olarak bulunduğum evde 20 Aralık 2011 sabahı gözlerimi açtığımda yatağımın etrafını sarmış silahlı polisleri gördüm.
Genç bir polis hakkımda gözaltı kararı bulunduğunu söylediğinde onlara suçlamanın ne olduğunu sordum. "Seni KCK/PKK terör örgütü adına faaliyet yürütmekten gözaltına alıyoruz" dediler.
Avukat çağırmamıza bile zaman bırakmadan evi aramaya başladılar. Sıkı bir arama yaptıktan sonra evde bulunan ev sahibine ait bilgisayar, fotoğraf makinesi, flash disk, CD ve kitaplara el koydular.
Karakolda bulunduğumuz dört gün boyunca sürekli sohbet etmek istediklerini söyleyerek bizi götürüyorlar, biz de susma hakkımızı ısrarla kullanarak geri dönüyorduk.
Haber talimatlarını kimden alıyorduk? Niçin haber yapıyorduk?
Bu sözüm ona sohbetler esnasında polislere şunu söyledim: "Hakkımdaki suçlama nedir? Dosyada gizlilik var diyerek hakkımdaki suçlamaları bile söylemiyorsunuz. Bu durumda ifade vermek çok saçma ve ifade vermeyi kabul etmiyorum. Muhtemelen KCK üyesi olmakla suçluyorsunuz. Böyle bir şey olduğuna dair tek bir delil gösterin. Ben böyle bir suçlamayı kabul edeceğim. Ama benim KCK üyesi olmadığımı sizde biliyorsunuz."
Susmak örgütsel tavır dendi
Bunun üzerine sorgucu polis bana şunu söyledi: "Dosyanda bir şey yok doğru ama susma hakkını kullanman örgütsel bir tavırdır. Savcı ve hakim bize bağlı. Biz istersek tutuklanırsın. Susma hakkında ısrar ettiğin için sen git bir yıl yat sonra derdini hakime anlatırsın."
Böylece beni nezarete geri götürdüler.
Türkiye'de yargı sisteminin nasıl işlediğini az çok bildiğim için suçsuzluğumdan emin olmama rağmen yinede kaygılıydım. Sadece ben değil diğer arkadaşlarında durumu böyleydi.
Kandıra Cezaevi'nde bizi önce tecrit odası denilen bölümlere soktular. Tamamen havasız, rutubetli üç yataklı odada dokuz kişi kaldık. Gece sırayla uyuyorduk.
Böyle bir odada beş gün tutulduktan sonra F tipi koğuşlara götürüldük.
Sonradan anladık neden üzerinde tecrit odası yazılan yerde tutulduğumuzu. Önce o kadar kötü bir yerde tutuyorlar ki gideceğimiz koğuşları sevelim razı olalım. Herkesi cezaevine tıkmışlardı. Dışarıda tanıdığım ne kadar muhalif, sosyalist, demokrat insan varsa hepsi KCK adı altında cezaevlerine konulmuştu.
Savcı bizim normal bir gazeteciler olmadığımızı ve yaptığımız haberlerde örgüt lehine nasıl bir sonuç çıkarabilirimin gayreti içinde olduğumuzu iddia ederek niyet okuyordu.
Dosyam tamamen yaptığım haberler ve haber görüşmelerimden oluşuyordu. İddianame altı ayda hazırlanır da mahkeme hemen görülür mü?
Mahkeme de üç buçuk ay sonra 12 Eylül'de görüldü. Velhasıl dokuz buçuk ayımız geçti ve nihayet mahkemeye çıktık.
Mahkeme heyeti anadilde savunma taleplerimizi reddettikten sonra bizim gazetecilikten faaliyetlerinden değil örgüt üyeliğinden yargılandığımızı söyleyince ağzımızı bantlayıp mahkemeyi protesto ederek salonu terk ettik.
İddianamenin tamamı yaptığımız haberlerden oluşurken mahkeme başkanının daha baştan böyle bir yargı içinde olması düşündürücüydü.
Mahkeme Başkanı Ali Alçık bu duruma kızarak mahkemeyi iki ay sonraya yani 12 Kasım'a ertelendi.
Dışarıyı unuttukça...
Anadilinde savunma insani bir haktır. İnsanların kendilerini en iyi şekilde ifade edebildikleri dille savunma yapmalarının engellenmesi büyük bir hak ihlalidir.
Zaten bu davalar siyasi davalardır. Mahkemeler anadilinde savunma talebimizi siyasi tutum olarak değerlendiriyorlardı ancak davaların kendisi siyasi.
Neyse ki verilen mücadelenin sonucunda bu hak elde edildi ve anadilde savunma sorunu da ortadan kalkmış oldu. İnsanlar mahkeme salonlarında bunun mücadelesini vermeseydi bugün bu hak edilmezdi.
Artık umudum kalmamış ve cezaevine iyice alışmıştım. Cezaevi insanı iyimser yapıyor.
Dışarıyı unuttukça içerideki hayatını da o kadar kanıksıyorsun. Bir süre içinde tutuklu ya da hükümlü cezaevine alışıyor ama asıl cezayı dışarıdaki aileler çekiyor. En çok onlara kötülük yapılıyor bu davalarda.
O geliş gidişler, ziyaret zamanları, üst aramaları tam bir işkence adeta. Bizler ise bu durumu biliyorduk ama elimizden bir şey gelmiyordu. Çok kitap okuyor ve yazıyorduk. Ahmet Arif ve Nazım Hikmet'in dışarıda da okuduğumuz mahsus mahal şiirlerini cezaevinde hissederek ve yaşayarak okuyorduk.
Cezaevinden son iki ayım
Cezaevindeki son iki ayım Türkiye'nin gündemine damga vuran açlık grevleriyle geçti.
Tahliye olmadan önce 60 günden fazla bir zamandır açlık grevinde bulunan ve sadece rögar boşluğundan görüşebildiğim Hakan Yalçınkaya'nın ses tonu iyice titremeye başlamıştı. Artık neredeyse sesi çıkmıyordu.
Açlık grevleri bazı kesimlerin iddia ettiği gibi herhangi bir zora dayanarak yapılmıyor. Herkes kendi iradesi ve isteğiyle giriyor açlık grevine. Bunun bizzat tanığı oldum.
Açlık grevleri nedeniyle artık tahliye, mahkeme olayını hiç konuşmuyorduk. İnsanların tecrit, anadilinde eğitim ve anadilinde savunma talepleriyle açlığı grevine girdiği bir ortamda kimse tahliyeyi falan düşünmüyordu artık.
Mahkemede Kürtçe savunma talebimiz yine reddedilip, Kenan Kırkaya'nın açlık grevlerine ilişkin yapmak istediği konuşmaya izin verilmeyince duruşma gergin başladı ve hepimiz salonu terk ettik.
İddianame ilk gün boş salona okundu.
Avukat ve sanık gazeteciler yokken iddianamenin 200 sayfası TRT spikerleri tarafından okundu bile.
İki üç gün yine bu komik iddialar okunmuş hatta bir çok yerinde hakimler bile tebessüm etti.
İsmail Yıldız seyirciler arasında bulunan yedi buçuk aylık kızını görmek istedi ama mahkeme başkanı buna izin vermedi. Bu durum hepimizi çok üzmüştü.
Mahkeme ara kararında sadece benim ve Çiğdem Aslan'ın tahliyesine karar verdi. Bu karara sevinemedik. Bu kadar arkadaşımızın haksız suçlamalarla hala cezaevinde tutuluyor olması çok üzücü bir durum.
Türkiye'de tutuklu tüm gazetecilerin serbest bırakılması için kamuoyunun duyarlı olması gerekiyor.
Cezaevi koşulları çok kötü ve insanların suçsuz yere cezaevinde bulunması canımı acıtıyor.
Tahliye olup özgürlüğüme kavuştum ama buna sevinemedim bile. Yargılamamız hala sürüyor. Kamuoyunu 4 Şubatta Silivri'de yapılacak gazeteciler duruşması için daha duyarlı olmaya davet ediyorum. (OC/HK)
* Oktay Candemir'in "Mesleğimi Çok Özledim" başlık mektubu bianet'in Hapis Gazeteciler "Suç"larını Anlatıyor başlıklı yazı dizisinde yayınlanmıştı.