İnsanları bir araya getiren iki temel olay var: düğün ve cenaze. Bunun üzerine yazılmış yüzerce öykü, şiir, şarkı, oyun var. Irwin Shaw'un yazdığı ve İstanbul Devlet Tiyatrolarında halen sahnelenen "Ölüleri Gömün" adlı oyunu bunlardan biri.
"Dünyanın her tarafında sürüp giden savaşların birinde vurulan askerler mezarlarından kalksalar ve savaşı durdurmaya kalksalar neler olur? Ordu, hükümet, silah tüccarları, politikacılar, iş adamları, din adamları nasıl tepki verir? Ya kocalarını, sevgililerini, babalarını ve oğullarını kaybedenler? Gerçekten savaşsız bir dünyayı istiyor muyuz?"
Bu satırlar "Ölüleri Gömün"den. Henüz izlemediyseniz gidip görün. Ve sonra bizim ölülerimizi düşünün...
Bu coğrafyanın kimi yeşil gözlü, buğday tenli, kimi kara kaşlı, kara gözlü, kimi kıraç tenli, kimi al yanaklı tüm halkları acılarını da mutluluklarını da paylaşmıştır. Hatta en kızdıklarına eskiler "ne cenazeme, ne cenazene!" derler, kırgınlığın boyutudur böylece ifade edilen. Ama yine de ölüm birleştirir düşmanları bile. Yaşamda çok da eşitlenmeyen insanların ortak paydasıdır ölüm.
Çok uzaklara gitmeden şöyle son 50 yılımıza bir dönüp bakarsak, bu ülkenin çocukları olarak, "düğün" ya da şölenden çok "ölüm" gördük desek çok yanlış bir cümle kurmuş olmayız. Birilerinin birilerini kırdığı, birilerinin birilerini ayırdığı, uzaklaştırdığı, yok saydığı, birilerinin birilerini öldürdüğü günlerin tanıkları, çocukları olduk bizdik. Her gün bir başka "suç" işlendi. Bazıları faili meçhul oldu, bazılarının faili "kahraman" ilan edildi, bazılarının faili bizdik kendi eylem ve söylemlerimizle.
Geçenlerde bir arkadaşım, sosyal medyada paylaştığım bir videonun altına şöyle yazmıştı; "birileri hafıza kürü niyetine Türkiye için "suç takvimi" hazırlasa boş gün kalmaz herhalde, her gün sokağa dökülmek gerekir" Bu yazının çıkış noktalarından biri bu cümle olmuştur. Bir diğer çıkış noktası ise 19 Ocak günü toplanan kalabalığın üzerimdeki etkisidir denilebilir. O gün, bir araya gelebileceğimizi gördüm. O gün Taksim meydanından Agos'un önüne yürüyen on binlerce insan bizim gücümüzün göstergesiydi. O gün, Hrant Dink için adalet için kol kola omuz omuza yürüyen dostların, bir gün, üç gün, bir hafta ya da bir ay boyunca her gün Taksim meydanında buluştuğunu ve barış çağrısı yaptığını hayal ettim.
Güçsüz değiliz velhasıl! Hiç değiliz hem de. İstersek her şeye dur diyebilecek bir potansiyelimiz var. Seksen darbesinin susturulmuş gençliği, yavaş yavaş uyanıyor. Üniversitelerde hatta liselerde gençler çeşitli toplumsal olaylara demokratik tepkilerini veriyor, korkmadan. Hem de ağabeylerinin, ablalarının parasız eğitim istedikleri için bile aylarca tutuklu kaldıkları bir yüzyılda, bir "sınırsız özgürlükler ülkesinde!".
Ancak bir problemimiz var bizim. Ölümlerin bizi bir araya getirdiği günler yerini ölümlere sevindiğimiz günlere bırakıyor. Tüm faili meçhullere, tüm yargısız infazlara, tüm katliamlara karşı durmak yerine, herkes kendi ideolojisine göre bir tavır sergiliyor.
Hrant için sokağa dökülen onbinler, Uludere'de öldürülen 35 Kürt için umursamaz olabiliyor. 35 Kürt öldüğünde matem tutanlar, Gaffar Okkan'ın ölüm yıldönümünde ses çıkarmayabiliyor. Uğur Mumcu'yu anarken Musa Anter'in adını anmıyor genç yaşlı "aydın"lar.
Hepimiz Hrant'ız diyen kesime cevaben hepimiz Türk'üz diyor birileri. Birileri "bireysel eylem" yapacağını söylüyor "ben bugün Gaffar Okkan'ım, ben bugün Uğur Mumcu'yum"...
Başka birileri Uludere'de hayatını kaybedenlere "sözde" vatandaş tanımlaması yapıyor, kendisi Türk olduğu için "öz" vatandaşlığın güvencesiyle.
Şimdi dönüp baksak "suç takvimi"mize, tüm alt-üst kimliklerinden soyunmuş, sade "insan" olarak, her güne bir acı, bir ölüm düşeceği gerçeğiyle irkiliriz.
İlginç ve trajik olan şu ki; bize atfedilen lekeli gömleklerimizi yani kimliklerimizi üzerimize geçirdiğimizde, takvimlerimiz de ayrışıyor. Ayın 10'u benim acım oluyor, 15'i ötekinin, 25'i öz vatandaşın, 30'u sözde vatandaşın.
Takvimlerimizde kırmızı ile işaretlediğimiz özel/acı günlerimiz ayrıldıkça da, diğerlerinin kırmızısına uzaklaşıyor, yabancılaşıyor, hatta düşmanlaşıyoruz. Bizi yüzyıllarca birleştirmiş cenazelerimiz bile bizi ayırıyor böylece. Ortak paydayı unutup, kendi kişisel çıkarımıza, ideolojimize göre değer biçiyoruz ölü canlara'a...
Peki bu ayrışma bizi nasıl barışa götürecek! Var mı bir yolu? Ne zaman gelecek barış?
Tüm haksızlıklara karşı ortak bilinç geliştirebildiğimiz, bir cinayeti diğerinden önemsiz görmediğimiz gün, rengi farklı, inancı farklı, kültürü farklı halkların ölüme ortak tavır sergilediği gün gelecek barış.
Yurdun dört bir yanında milyonlarca insanın yıllardır taktıkları maskelerden kurtulup, "insan" yüzleriyle sokaklara çıktığı, hatta temsili beyaz kefenlere bürünüp "hepimiz ölü'yüz!" / "hepimiz ölüyoruz!" diye bağırdıkları gün gelecek barış.
Ya barış gelecek ya da bir gün;
ölüler toprağa girmeyi reddedecek... (SK/HK)
SULTAN KOMUT YAZDI
Suç Takvimi
Şimdi dönüp baksak "suç takvimi"mize, tüm alt-üst kimliklerinden soyunmuş, sade "insan" olarak, her güne bir acı, bir ölüm düşeceği gerçeğiyle irkiliriz. İlginç ve trajik olan şu ki; bize atfedilen kimliklerimizi üzerimize geçirdiğimizde, takvimlerimiz de ayrışıyor.
Hak odaklı, çok sesli, bağımsız gazeteciliği güçlendirmek için bianet desteğinizi bekliyor.
diğer yazıları
SULTAN KOMUT YAZDI
Evlendim de Ne Oldu: Alın Yazısı ve Boyun Borcu
23 Şubat 2019
SULTAN KOMUT YAZDI
Açlık ve Kelimeler
12 Mayıs 2017
SULTAN KOMUT YAZDI
Beyaz Gül: Sophie Scholl
29 Nisan 2017
SULTAN KOMUT YAZDI
Müebbeden Susan Kadın: Şukûfe Nihal
22 Nisan 2017
SULTAN KOMUT YAZDI
Suat Derviş: Kimsenin Karısı Olarak Yâd Edilemem
8 Nisan 2017