Kuşkusuz kadın olmak, her gün kadın cinayetlerinin fütursuzca işlendiği bu topraklarda kadın olarak nefes alabilmek zor. Hele kadın yazar olmak, bir kadın olarak edebiyatın –ne yazık ki eril dille inşa edilmiş ve farklı bir ses duymaya tahammülü olmayan dünyasında var olabilmek çok daha zor…
Edebiyatın “farklı bir ses duymaya tahammülü olmayan” dünyası derken bu dünyanın içinde yaşayan, eser veren, eleştiri üreten erkek taifesine haksızlık mı ediyorum? Belki “evet”, belki “hayır”.
Ancak kadınların yazdığı eserleri edebi kıymetine göre değerlendiren bu dünyanın hatırı sayılır emekçilerinin yanı sıra, sırf yazarı kadın diye bir esere burun kıvıran veya okumadan eleştiren takım elbiseli zevatı da burada zikretmeden edemiyorum.
Virginia Woolf’un, kadın yazarlar içine adeta “kutsal kitap” haline gelen Kendine Ait Bir Oda’sını pekçoğumuz okumuştur. Kendine Ait Bir Oda, bir kadın yazarın diliyle edebiyatın eril dünyasını taşlaması ve bu dünyada bir kadın yazarın verdiği var oluş mücadelesini anlatması bakımından türünün ilk örneklerinden biridir. Eserinde Woolf, bir kadının yazar olması için senelik belli bir geliri ve kendine ait bir odası olması gerektiğini ileri sürer. Kuşkusuz burada kendine ait odayla kastettiği mekansal bir aidiyet değil, kimsenin rahatsız etmediği, yazma dışındaki tüm yük ve görevlerden arınmış bir uzamdır.
Açık konuşmak gerekirse, hiçbir çağda bu iki imkana sahip olmak kadınlar için kolay olmadı. Hele ki modern dünyanın kadınlara dayattığı ödevleri düşündüğümüzde… Biz biliyoruz ki kalemi kuvvetli nice kadın gündüz çalışmak, geceleri ise ailesiyle, çocuklarıyla veya evin işleriyle ilgilenmek zorunda olduğu için edebiyata yeterince vakit ayıramıyor. Akranı olan –erkek- yazar taifesi nitelikli eserler üretip edebiyat dünyasına isimlerini kazımakla meşgulken, o, belki hepsinden daha parlak olduğu halde yazıya vakit ayıramıyor, böylece unutulup gidiyor.
Bu, kadınların edebiyat dünyasının dışında kalmalarının bir sebebi. Bir de işin başka bir boyutu var ki, o da kadınların geçtiğimiz asırları özel alandan kamusal alana çıkış mücadeleleri ile geçirmiş olmalarının kaçınılmaz sonucu olarak bu dünyanın kurucularının erkekler olması, onların kurallarının, edebiyatın “baba dili” haline getirdikleri eril dilin, kadın yazarların önünde görünmez duvarlar oluşturmasıdır. Bazı kadınlar bu dünyada var olabilmek adına bu “baba dili” kullanırken, bazı kadın yazarlar ise –bizim edebiyatımızdan örnek vermek gerekirse Leyla Erbil, Sevgi Soysal, Tezer Özlü gibi- direnerek kendi dillerini oluşturuyorlar. Ama son tahlilde ve her halükarda bu dünyadaki erkeklerin birçoğu kadınları omuzdaş olarak görmek yerine onları ötekileştiriyor ve kadınların edebiyat dünyasında hürce var oluşlarını zorlaştırıyorlar.
Ben bu bağlamda “kadın yazar” lafını çok önemsiyorum; bunun “bir kadın edebiyatı var mı” etrafında kümelenen birtakım sorulara sebep olacağını bile bile. Zira “kadın yazar” sözünde, edebiyatın eril iktidarına bir meydan okuma, bu dünyada kadınlara mahsus ferah bir yer açma amacı olduğuna inanıyorum.
İnsan politik bir hayvandır, der Aristo. Hele ki yazıyor, edebiyatın içinde yer alıyorsa... Söz konusu yazar ister sırça köşkünde yaşayan, toplumsal meselelere sırtını dönmüş biri olsun, ister salt toplumsal gerçekler için kalemi eline almış biri; fark etmez. Her halükarda politiktir o. Zira yaşadığı toplumun ona dayattığı gerçekleriyle kendi gerçeklerini oluşturur, çağının öğretilerini kendi görüş imbiğinde eriterek yapıtını meydana getirir. Ataerkil bir toplumda kendini feminist olarak nitelendirmeyen, hatta yazılarında eril bir dil kullanan bir yazar bile olsa, yazdıklarının bir yerinde yaşadığı toplumun kadın meselesi açısından gerçeklerine, bir kadın olarak yaptığı varoluş mücadelesine mutlaka yer verir.
Kadın yazar kavramının işte tam bu noktada anlamlı olduğunu düşünüyorum. Bu kavramın içinde kadınların çektiklerini, mücadelelerini, beşikten mezara uğradıkları cinsiyetçi muameleleri bilmek ve kadın meselesine dair duyarlılık göstermek yatıyor. Zira kadın yazar olma meselesinin, edebi ölçülerle veya metnin niteliğiyle değil, yazarın -doğrudan bir şey söylemese bile okurun hissettiği- tuttuğu politik tarafla, merceğini nereye çevirdiğiyle, romandaki kadın karakterleri nerede ve nasıl konumlandırdığıyla, okuru nereye yönlendirmek istediğiyle ilgili olduğunu düşünüyorum.
Bugün dünyanın pek çok bölgesinde, bilhassa Türkiye’de çok sayıda kadın editör, genel yayın yönetmeni edebiyat dünyasında yer alıyorken, bu dünyanın köşe başlarını erkekler tutmuş vaziyette. Erkek yazarların sayısı ve görünürlüğü kadınlarınkine göre oldukça fazla. Erkeklerin yazdığı eserler dergi ve kitap eklerinde geniş yer bulurken, kadınların yazdıkları diğer erkekler tarafından okunmuyor, okunsa da sözü ekseriya edilmiyor.
Neyse ki edebiyat dünyasındaki kadın yazarlar arasında dayanışma her geçen gün artıyor, kadın yazarlar birbirlerini daha çok takip ediyor, okuyor, dostluk ve ruhdaşlık duygusuyla birbirlerine destek veriyorlar. Oysaki bundan neredeyse bir asır önce farklı kulvarlardan kadın hareketine destek veren ve aynı dönemde yaşayan iki kıymetli ismin, Fatma Aliye ve Halide Edip’in birbirlerini görmezden geldiğini de hatırlamakta, bugünkü kadın yazar dayanışmasının anlamını değerlendirmekte fayda var.
Aslına bakarsanız en zoru da onların işiydi. Kadınların her türlü haktan yoksun olduğu, yanlarında bir “erkek hami” olmadan sokağa çıkmalarının, arzu ettikleri gibi giyinmelerinin, yaşamalarının dahi önüne devasa ataerkil setlerin çekildiği bir dünyada yazmak, var olmak, kadın mücadelesine katkıda bulunmak, bazen dışlanmak, bazen taşlanmak ama son tahlilde yazmak, yazmak ve yazmak için savaşmaktı yaptıkları… Kocası izin vermediği için senelerce kitap okuyamayan Fatma Aliye, dönemine göre radikal fikirleri yüzünden hemcinsleri tarafından dahi dışlanan Emine Semiye, ağabeyinin gölgesinde kalan Selma Rıza, Zabel Yesayan, Halide Edip ve adını anmadığım niceleri… Türkiye edebiyatının, düşünce tarihinin ilk kadın yazarlarının ve entelektüellerinin mücadeleleri ve bugünün kadın yazarlarına bıraktıkları miras çok kıymetli…
Selma Rıza’nın sözü geçmişken şunu da belirtelim: Woolf, yukarıda adını andığımız ünlü eserinde “Shakespeare’in bir kız kardeşi olsaydı ve aynı imkanlar ona tanınsaydı, hayatı nasıl olurdu, o da ağabeyi gibi olur muydu,” sorusundan yol çıkarak kadınların yazar olma imkanlarının kısıtlı olduğundan ve onların erkeklerle aynı imkanlara sahip olduklarında dehalarını ortaya çıkaracaklardan bahseder aynı zamanda. Shakespeare’in kız kardeşi yoktu ancak bizim topraklarımızda bir Ahmet Rıza vardı ki birazcık tarihle ilgilenenlerin çok yakından tanıdığı, İttihat ve Terakki’nin fikir önderlerindendi kendisi. Ahmet Rıza’nın bir de kız kardeşi vardı. Adı Selma Rıza’ydı.* En az Ahmet Rıza kadar akıllı, bilgili, cesur, entelektüel, politik ama ne yazık ki, kadın olduğu için tarihin gölgede bıraktığı şahsiyetlerden biri olmak zorunda kaldı, tıpkı akranı pek çok kadın gibi…
TIKLAYIN - Basın Tarihimizin İlk Kadın Emekçisi Olan Selma Rıza’nın Hikayesi
Oylum Yılmaz’ın geçtiğimiz sene Duygu Asena Roman Ödülüne layık görülen romanı Gerçek Hayat ‘ı –henüz okumadıysanız şayet- bu vesileyle hatırlatmakta fayda görüyorum.
Zira Gerçek Hayat, biryandangünümüzde yaşayan bir kadının –Leyla’nın- Çukurcuma’daki evinde düşle gerçek arasında geçen yaşamını, yazı yazma çabasını, Fatma Aliye, Cahit Uçuk, Suat Derviş gibi geçmişten gelen kadın yazarların sesleriyle yaşadığı us yarılmasını konu alırken, diğer yandan kadın yazar olmanın anlamına dikkat çekiyor.
Henüz okumayanlar için romandan kısaca bahsedersek eğer, anlatının başkahramanı Leyla, orta sınıf bir entelektüeldir. Çukurcuma’da, köhne, loş bir evde yaşar, ki yazarın, hem karanlık gece anlamına gelen Leyla ismini seçişinde, hem de karanlık, loş ve soğuk bir ev/Çukurcuma tasvirinde, Leyla’nın içinde bulunduğu düşsel dünyayı gerçek dünyadan ayırma, okuru da yarı düş yarı gerçek, hayaletlerle bulanık dünyaya davet etme isteğinin yattığını düşünüyorum.
Leyla, aslında ilk bakışta herkes gibi biri gibi görünse de, evinin karanlık ve kasvetli ortamında kendini yazma eyleminin içinde bulduğunda bambaşka biri oluveriyor. Nitekim Leyla’nın etrafını da tez vakitte başka sesler, geçmişten gelen ruhlar sarıyor. Bu ruhlar ise, edebiyatımızda kadın yazarlığı geleneğinin kilometre taşlarını oluşturan bazı yazarların ruhları. Fatma Aliye’nin, Suat Derviş’in ve Cahit Uçuk’un... Bu geçmişten gelen hayalet yazarlar, romanda adeta konuk karakter edasıyla bir görünüp bir kayboluyor ve Leyla’nın zihnindeki yarıklara yerleşerek oradan ses veriyor, okura sesleniyorlar. Keza onların bugünün kadın yazarlarına ve okurlarına bir çok sözü var ancak Fatma Aliye’nin söylediği, beni de derinden etkileyen bir söz var ki, aslında kadın yazar olarak ataerkil edebiyat tarihinde var olmanın imkansızlığını anlatır nitelikte:
“Ölmeden öldürüldüğüm için konuşuyorum... .”
Gerçek Hayat, yazarın damakta lezzetli bir tat bırakan büyülü gerçekçiliğinin yanı sıra yazar olmanın insanı yaşamakla yazmak arasında nasıl kararsız bıraktığını, yazmayı seçtiğiniz takdirde nasıl deliliğe sürüklediğini, kadın yazar olmanın ise ne kadar çaba gerektiren bir mücadele olduğunu anlatan nitelikli bir roman. (MK/EKN)