Sanırım baştan başlamalı, en baştan ve basit anlatmalı; zira konu bu kez akademik dilin dolambaçlı ve zor yollarını kaldıramayacak kadar ciddi...
Ciddi; çünkü bu kez, 'ileri demokrasi' söylemi en katıksız iktidar hali üzerinden işliyor, çünkü bu kez, anne karnında öldürülen bebek, bütün cafcaflı lafları, teorik argümanları anlamsız kılıyor, çünkü bu kez, sorunun müsebbibleri, hiç yüzleri kızarmadan ekranlarda boy gösteriyor, konunun hukuki temelleri hakkında demeç veriyor, adalet terazisinin bir tarafına bebeği bir tarafına güvenliği koyup dengesizliği görünce, bebeğin yanına kürtaj parasını da ekleyiveriyor.
Ardından, İstanbul'daki polis müdahalesi, ileri demokrasinin, Ankara'daki öğrenci müdahalesi, kendini bilmez bir grup azınlığın, 'faşizmi' ve 'beyinsizliği' olarak yaftalanıveriyor.
'İleri demokrasilerde', bütün konuların masada konuşulacağından dem vurularak, olayın en başından 'illegal' olduğu, dolayısıyla herhangi bir toplumsal sorumluluğa gereksinin olmadığı ifadelendirilmeye çalışılıyor.
Buradaki "masa"nın nasıl bir 'masa' olduğunu, hangi değerlerle çevrili olduğunu sanıyorum toplu görüşmeler sırasında KESK'in sürekli 'masa'dan kalkmasından anlamış olmalıyız, ancak biz yine de biraz açalım.
Muğla'da lise öğrencisiyken, Mustafa Muğlalı işhanı ile öğretmenevinin orta yerine bir alan inşa ettiler; inşa dediysem, mermerden bir arka plan ve önüne ancak bir kişinin çıkıp konuşabileceği genişlikte bir platform...
Sonradan öğrendiğimize göre, bu mekan, 'özgürlük alanı' olarak belirlenmiş; o zaman, parti mitinglerinin organize edildiği geniş alanlar dururken, ve hatta 'hemşehrimiz' Tansu Çiller'in mitingleri için stadyumun bile tahsis edilmiş olması bir veri iken, 'özgürlük alanı'nın, neden bu kadar dar bir mekan olduğu ve yalnızca bireysel kullanıma imkan tanıdığı üzerine şöyle bir düşünmüş, daha sonra bunun 'şehrin güzelliği'ne dönük bir tasarım olduğu kanaatine varmıştım.
Belki orada hakikaten kendisini özgür kılan birisini görsem, bu düşünceden kolayca sıyrılacaktım ancak, kadim sosyal-demokrat Muğla'da, açıkçası onu da gör(e)medim. Ve bu gündem, yani özgürlüğün bizatihi devlet eliyle belirlenen mekanlarda hayata geçirilmesi, devlete-karşı toplumsal özgürlüğün çerçevesinin bile devlet eliyle çizilmesi hali, giderek büyüyerek günümüze kadar ulaştı.
Şimdi Dolmabahçe'de Sümeyye Hanım, Başbakan ve Rektörler üniversite üzerine konuşurken, 'yahu üniversite öğrencisi olan benim ve üniversitenin yönelimleri hakkında Sümeyye Hanımdan daha fazla söz söylemeye hakkım var' diyen bir grup genç, önce Dolmabahçe'nin ötesine sonra da insanlığın ötesine sürgün edilmeye çalışıldı.
Devlet'in söylemeye çalıştığı şey şu: "Herhangi bir eylem için belirlenmiş yerler var, derdiniz her ne ise, gidin oraya akıtın ve sonra hayatınıza kaldığınız yerden devam edin." Burada, Scott'ın 'emniyet supabı' adını verdiği türden bir eylemliliğe iten bir ideoloji işliyor; eleştirelliğe, devletin sinirlerini kesmeyecek bir biçimde yön vermek, devletin kamusal imajını sekteye uğratmayacak bir biçimde işlevsel de kılmak, tam da bu ideolojiye dair... Dolayısıyla Başbakanın epeydir kavramsallaştırdığı biçimde, ideoloji, yalnızca o gençleri değil, kendi temellerini-muhafazakarlığı da çağırıyor, -kendi tabiriyle- "sipariş ediyor".
Tarihsel seyrinden farklı olarak, içinde bulunduğumuz dönemde, muhafazakarların devletin çekirdeğine daha yakın olmaları, sanıyorum, şimdilik o çağrıyı duymalarına engel oluyor. En nihayetinde, konunun/sorunun tarafları, konunun/sorunun gerçekleştiği mekan üzerinden karşılaşamıyor; seslerini birbirlerine duyuramıyor.
Çünkü, "Bu çocuklar, Dolmabahçe'de neden toplanamıyorlar?" sorusuna, devlet ağzının verebileceği tek bir formel cevap var: "Burası, bilmem ne yasasına/yönetmeliğine göre, toplantıya izin verilen alanlardan birisi değil."
Hukukun vesayetinden bu kadar 'çekmiş' bir toplumsal hareketin, toplumun yasalara/yönetmeliklere sığmayacağını bilmesine, toplumun yasalar/yönetmelikler doğrultusunda daraltılıp-genişletilemeyeceğini deneyimle idrak etmesine rağmen, meşru zemin olarak her defasında hukukun alanına kaçması, sanırım yine aynı, çekirdeğe yakın olma haliyle ilişkili olsa gerek... Neyse, devam edelim...
Peki, bu halin alternatifi yok mudur; elbette vardır: Aynı masa etrafında gerçekleştirilecek bir diyalog... Kamu alanında, 90'ların başından bu yanan çokça kutsanan, şeffaflık, katılımcılık ve açıklığı içeren 'yönetişim' politikalarının da zorunlu kıldığı bir diyalog...
Buraya kadar ki anlatımıyla 'iyi' gibi duruyor; devlet heyulasını geriletecek, onun yerine birey-özne fikrini yerleştirecek tam bir hümanizma... Ancak bazı ön-kabulleri var: Öncelikle, masanın varlığını sorgulayamazsınız; 'masa hangi malzemeden yapılmış, kim yapmış ve daha da önemlisi başka türlü yapılabilir miydi?' soruları bu diyalog sürecinin dışında...
Bir başka deyişle, sermayenin yeniden üretimine dönük devlet düzenlemeleri ve piyasa fikri, bu diyalog sürecine ilişkin a priori -doğal/doğallaştırılmış- kabuller... Olsa olsa serbest piyasa fikri üzerinden bölüşümü içeren ahlaki bir çağrı yapabilirsiniz; onu da Abant Platformu toplantılarının gediklisi 'sosyalistler' yapıyor zaten, bu kadarı kâfi...
Dolayısıyla, sistemin işleyişine dönük ontolojik kabuller müzakere konusu yapılamaz; ama epistemoloji, yani mevcut olana nasıl yaklaşılacağı, sistemin nasıl daha stabil -kimilerinin deyişiyle insani- kılınabileceği üzerine konuşulabilir.
Bir örnekle; Başbakanın birkaç hafta önce bir basın toplantısında kendisine soru soran gazeteciye verdiği cevabı hatırlamak yeterli: "Yoksa siz hala devletçiliği mi savunuyorsunuz?" demişti Sayın Başbakan; kendisine sorulan soruya cevap vermekten ziyade, yeni bir soruyla karşısındakinin altındaki halıyı çekmeye hevesli, onun 'köhnemiş' teorik konumunu deşifre etmeye istekli bıçkın-siyasetçi -yoksa tüccar mı demeliydim- ağzıyla.
Söylediği şey aslında şu: "-Hala- devletçiliği savunuyorsanız, sizi muhatap alamam; öncelikle ekonominin, medya politikalarının vb. devlet eliyle düzenlenebileceği/düzenlendiği fikrinden vazgeçin, konuşalım." Demokratik 'açılma' ile Tekel işçilerine uygulanan 'kapanma' arasındaki ironi, aslında bu fikrin bir yankısı; epistemolojik açılım, ontolojik kapanım...
Devletin, söylenenin aksine, kapitalizm içindeki merkezi ve finansallaşmayla birlikte daha da artan rolünü şimdilik bir kenara bırakalım.
Bu problemli 'kamusal müzakere algısı' çok daha önemli bir sorun arz ediyor; farklı, eşitlikçi, adil bir dünya tasavvurunu olanaksız hale getiriyor, bu tasavvura ilişkin politik kanalları tıkıyor, tercihler yasa-dışı eylem ile masada önünüze konulan çerçeve arasına sıkışıyor; bir üçüncü yol, bu noktadan sonra, ancak devlete rağmen yapılabiliyor hale geliyor.
Devlete rağmen yapılan faaliyetlerin skalası ise oldukça geniş, bunu kendi tarihimiz bize öğretmiş olmalı, yeniden tek tek tanımlamaya gerek yok; ama hepsini bir arada tutan ortak bir köken var, hepsinin 'neden'i aynı...
Sonuçlar üzerinden 'öteki' yaratmaya meyilli bir siyaset anlayışından, nedenler üzerine kafa yoran ve onları neden olmaktan çıkartan bir kamusal müzakere anlayışına ancak bu şekilde geçilebilir.
Yoksa vites değiştirir gibi, 'ileri demokrasi' anlayışına geçilmez; demokratik hayat bir kültürel hadisedir, ya en 'derinlikli' haliyle vardır ya da yoktur. (GG/EÖ)
[1] Gökhan Gökgöz, Ankara Üniversitesi İletişim Fakültesi, Doktora Öğrencisi.