Bu sorunun görünür nedeni siyaset dışı aktörlerin halkın tercihlerini 'deforme' etmesi. Türkiye'de yasalar, kurallar, kurumlar yerli yerinde olsa da, bunların işleyişi, ilişkileri normal siyasal demokrasilerden bambaşka. Kamu işlevleri siyasal işlevleri ikame ediyor. Siyasal süreçler içinde işlev kazanması gereken siyaset dışı kurumlar sivil toplum üyesi kimlikleri ile kamusal kimliklerini örtüştürerek, 'kısa devre' yaratıyorlar. Siyaset dışı kurumlar, siyaset üstü bir işlev kazanıyorlar.
Siyasetin temsil bölümü ise adeta hepten unutulmuş gibi. (Ne veriyorsa bu topluma, siyasetçi veriyor!) Talep kurumlaşmadığı için ortada doldurulması gereken bir boşluk var. Bu boşluğu da siyasetçiler 'aşırı dekore edilmiş' (over-designed) ürünlerle, gösterilerle doldurmaya çalışıyorlar.
Türkiye'deki siyasal sistem, çok partili de olsa, biraz eski 'Doğu Bloku' ülkelerindekini andırıyor: Kamu en ufak kırıntısına kadar parçalanıyor. Kamu işlevleri özelleşiyor ve siyasal denetim dışına çıkıyor. Kamu kavramı özelleşiyor, siyasal denetimin dışında ise bir çok ayrı kamu alanı oluşuyor. Bir derebeylik sistemine benzeyen bu parçalanmayı ise hiyerarşik ve temsile dayanmayan kurumların toparlaması kaçınılmaz. MHP gibi bir siyasal parti üyelerinin diskurunda sık sık devleti ele geçirmek, 'ülkücüleri hakim kılmak' gibi unsurlara rastlıyoruz.
Ancak Türkiye'de 'bir sivil toplum prototipi' yaratmayı amaçlayan tek partinin yalnızca MHP olduğu da söylenemez. MHP'de billurlaşan zihniyetin 'bulaşıcı' olduğu, siyasetin 'olağan' kurumlaşma biçiminin de bu durumu meşrulaştırdığı iddia edilebilir. Hatta dışarıdan bir bakışla, Türkiye'de merkezde olduğunu varsaydığımız partilerin de 'fundamentalist'ler sınıfında yer aldıkları söylenebilir. (Türkiye'de azınlıkların kamu sahasından kazınmasının, kimliklerin bastırılmasının 'aşırı uçlar'daki siyasal partiler tarafından yapılmadığını hatırlatayım.) Dolayısı ile ordu, adalet kurumu gibi 'temsil dışı' olması gereken devlet kurumlarının siyasal alanı sınırlandırma potansiyelinin nedenlerini başka bir yerde aramak gerekli.
'Soğuk Savaş' döneminde siyaset eski kalıplar içinde tanımlandı
'Soğuk Savaş' yıllarında demokratik gelişmelerin karşısındaki en büyük engel kamusal alandaki temsil faaliyetinin temelini oluşturan farklı kamu yararı kavramlarının temsili sorununun örtük kalmasıydı. Sivil toplum kuruluşları, siyaset dışı kurumlar, aydınlar, uzmanlar kendi işlevlerini -tıpkı siyasetçiler gibi- kendi görüşlerini, kendilerini kendi kamu yararı kavramlarını temsil etmekle sınırlandırıyorlardı. Sorun kamu yararı kavramlarının temsilinde olduğu kadar, sivil toplum kuruluşlarının, üniversitelerin, aydınların kendilerini 'sivil toplum'un temsilcisi yerine koymalarında idi.
Böylece bu kurumlar uzman kimlikleri ile sivil toplum kimliklerini örtüştürüyorlardı. Bu nedenle bizim 'Soğuk Savaş' döneminde 'ifade özgürlükleri'nin sınırlandırılması olarak tanımladığımız adeta olağanlaşmış durumun arka planında bu örtüşmenin olduğu varsayılabilir. Çünkü uzun süreler 'Soğuk Savaş'ın cephelerinde pek bir değişiklik yaşanmadı, soldan, sağdan bir çok aydın, sivil toplum kuruluşu bu durumu sorgulamadan 'demokrasi' sözcüğünü durmaksızın telaffuz ettiler. Bu dönemde sivil toplumu siyasal patronaj ilişkileri içinde konumlandıran tek özneli siyasal sistem yalnızca ve basitçe 'Doğu Bloku' ile özdeşleştirildi ve bunun karşısında entelektüel bir alternatif de konmadı.
Hatta bu süreçte demokrasinin 'Batı'nın siyasal sisteminin olağan bir uzantısı olduğunun kabul edilmesi yüzünden kavramsal bir karışıklık yaşandığı da varsayılabilir. Bu dönemde siyaset eski kalıplar içinde tarif edilmeye devam edildi. Temsilin gerçekle sürekli yer değiştirmesine dayanan siyaset bir taraftan simgesel bir alanda kendini yeniden üretirken (doğrudan bir temsil, kopyalama mümkünmüş gibi), sivil topluma ait kimlikler de karşılığını sürekli resmi alanda bulmak zorunda kaldı.
Ancak siyasal demokrasinin yakın tarihi boyunca kamu sahası üzerinde söylemleştirilen alan çok sınırlıydı ve söylem, sınırlı bir alanda tasarımsal düşüncenin bir izdüşümünü oluşturmaktan öte bir etki yaratmıyordu. Bugün kamu sahasının tıpkı bir eşya gibi tasarlanabileceğini öngören tasarım ütopyaları iletişim alanının gelişmesi ile söylemleştirilen kamu alanının içinde (paradoksal bir biçimde, çünkü tasarımlar söylemleştirilen siyasal alanın gelişmesi üzerine bir gelecek fikrini savunuyorlardı) meşruiyetlerini kaybetti. Bu gelişmede STK'ların, aydınların önemli bir payının olduğunu düşünüyorum.
Türkiye'de siyaset Soğuk Savaş döneminde kaldı
Türkiye'de herkes 'demokrasi' sözcüğünü sık sık telaffuz ediyor. Ama demokrasiden anlaşılan çoğu zaman kendi kamu yararı kavramını temsil etmekten ibaret . Bu nedenle kamu kişiliklerinin sivil kimlik kazanması, STK'ların siyaset dışındaki kurumlara temsil yeteneği kazandırması, kamu kaynaklarının paravan STK'lara aktarılması, 'sivilleşme' olarak görülüyor hatta destekleniyor.
Böylece Türkiye'de sivil toplum -tıpkı Soğuk Savaş dönemindekine benzer görünmez bir şiddet ile- siyaset dışına itiliyor. Gözden uzak tutulmaması gereken konu modern siyasal demokrasilerin yönetim kapasitesinin uzmanlıklar ve temsil ortaklığı üzerine kurulu olması. Uzmanlıklar siyasal erkin içine gizlendikçe ve kendilerini erkin içinde gördükçe, siyasetin bir temsil faaliyeti olduğu anlaşılamıyor. Siyasal katılım mekanizmaları görünür hale gelmiyor. Böyle olunca da halkın doğrudan temsil edebileceği, halkın taleplerinin siyasete yansıyabileceğini zannediyoruz.
Oysa modern siyasal demokrasilerde uzmanlık kurumları sivil toplumun siyasal sürece katılmalarını sağlayan bir ara alan, bir izleme kapasitesi yaratırlar ve siyasal süreçleri etkiliyorlar. Bizde ise STK kavramının sivil toplumla özdeşleştiği için siyasal süreçleri ikame ettiğini görüyoruz. Bu nedenle bağımsız sivil toplum kuruluşları iktidarla bütünleşen güçlü STK'lar karşısında zayıf kalıyor. STK kavramı ile birlikte sıkça söz edilen 'katılım', 'ortaklık' gibi kavramlardan çoğu zaman anlaşılan bizzat STK'ların katılımı. Sivil toplum kuruluşları bu kavramlar çerçevesinde iktidarlardan kendilerini muhatap almasını istiyorlar.
Böylece STK kavramının içinde yer alan 'sivil toplum' kavramı bizi geçmişin 'halk', 'ulus', 'millet' gibi kavramlarına geri götürüyor. Güçlü STK'lar şeffaflık gibi siyasal mekanizmaları geliştirmek yerine kolayca kendilerini 'sivil toplum' yerine koyuyorlar ve görüşlerini açıklamakla işlevlerini yerine getirdiklerini düşünüyorlar. Bu katılım anlayışının ise 'Soğuk Savaş' döneminin korporatist örgütlenme tarzından, devletle ilişkili alt örgütler modelinden pek farkı yok.
Sonuçta Türkiye'de STK'lar siyasete dokunmuyor. Hatta en çok dokunduklarını zannettikleri, en 'siyasal' gözüktükleri anda bile. STK'ların uzmanlığı ile siyaset arasında kapanmaz bir yarık var. STK'lar uzmanlık konularında siyaset değil, referans üretiyorlar.
STK kavramı netleşti, kafalar karıştı
Türkiye'de sivil toplum kuruluşları (STK) kavramının kısa bir geçmişi var. 1992 yılındaki Rio Çevre ve Kalkınma Zirvesi Türkiye'ye dokunmadan geçmişti. 1996 yılında BM Zirvesi'nin İstanbul'da düzenlenecek olması birkaç yıl öncesinden ortamı hareketlendirdi. BM Zirvesi öncesinde uluslararası standartlara göre katılımcı taraflardan biri olan İngilizce 'non governmental organizations (NGO)' kavramına bir karşılık arandı. Bu tarihlerde 'devlet dışı kuruluşlar (DDK)', 'hükümet dışı kuruluşlar ( HKD) gibi kavramları kullananlar oldu.
Başka grup (daha çok karşı siyasal gruba yakın olanlar) 'gönüllü teşekküller' kavramını ortaya attıysa da bu kavram bu yeni ihtiyacı tanımlamaktan uzaktı. Daha 'tarafsız' -ve yayınlar dolayısı ile- biraz entelektüel bir referansa sahip olan 'sivil toplum kuruluşları' (STK) kavramı o tarihlerde soruna çözüm oldu. Bu kavram resmi otorite tarafından da benimsendi ve tescil edilmiş oldu. STK kavramının kabul görmesinde devletin onayladığı, kabul ettiği alanın 'içinde kalma' güdüsü de belki rol oynadı. Eski 'demokratik kitle örgütleri (DKÖ)' kavramı da hızla bir kenara itildi. STK kavramı sol, sağ, laik, liberal tarafından ittifak halinde kucaklanan bir kavrama dönüştü.
Sonuçta meslek kuruluşları, sendikalar, hatta resmi kuruluşların yan kuruluşları, uzmanlık kuruluşları, kitle temsiline dayanan kuruluşlar, yerel halkın kurduğu kuruluşlar, hepsi güzelce STK bohçasına girdiler ve bundan böyle kendilerine 'sivil toplum kuruluşu' dediler. Böylece ilk baştaki kavram kargaşası biraz ortadan kalkmış gibi gözüktü. Ancak sorunlar burada bitmedi. Tam tersine yeni bir kavram gibi gözüken STK kavramı ile birlikte, bir siyasal miras bu kavramın içine kolaylıkla sızdı. Hatta sızmaktan öte bu dönem sonrası ortaya çıkan kavramsal kargaşada belirleyici bir konum kazandı. STK'lar -tıpkı iktidar amaçlı kurumlar gibi- kendilerini 'halkın temsilcisi' olarak gördüler. Bu süreçte de STK kavramının 'iktidar dışı' olma değil, 'sivil toplum' ve temsil vasfı belirginlik kazandı.
28 Şubat sürecinde STK kavramı önemli bir referans haline geldi. STK'ları temsil eden şemsiye örgütler kuruldu. Türkiye'de gözde STK'lardan beklenen ise danışmanlık, patronaj sisteminin gerektirdiği referansları üretmek oldu. Kamusal işlevlerinin kararlaştırılmasında, kurallarının uygulanmasında siyasetten arındırılmış bir kamu düzeni, bir toplum tasarımı olduğunu varsayan siyaset dışı kuruluşlar bilgi paylaşımını, yerel katılımı, şeffaflığı sorun etmediler.
Doğal bir tekel konumundaki işlevlerin özelleşmesi ise her zaman demokrasinin karşısındaki en büyük tehlike olarak kaldı. Türkiye'de güçlü STK'lar kamu işlevlerinin özelleşmesine hizmet etti.
Bu nedenle seçimlerin bir işe yaraması için ilk önce bütün partilerin kamu işlevlerini siyasal denetim dışına taşıyan, özelleştiren, sivil toplumu kamu sahasında ikincilleştiren, (hatta Anayasa'ya aykırı olan) bu durumun sona erdirilmesi ve kamu kişiliklerinin sivil toplumdan ayrışması için çaba göstermek gerekiyor.
Bu konumu öncelikle sorgulaması gerekenler ise -başkaları değil- STK'lar. (KG/EK)