Bu yazıda 22. 01. 2004 tarihinde çıkarılan ve kamu ile sivil toplum kuruluşlarının ilişkilerini düzenleyen kanunun kamu kişilikleri tarafından kurulan vakıf ve derneklerde yarattığı sorunlar konu ediliyordu.
Sayın Saylan yazısının girişinde devlet sivil toplum ilişkilerine değinerek, yasama erkini ulus adına elinde bulunduran siyasetçilerin uslu çocuk rolü oynadıkları ölçüde sivil toplum kuruluşlarını konu mankeni olarak kullandığını; ancak konu sivil toplumun özgürce örgütlenmesine gelince, siyasal otoritenin kolayca yanına alabileceği sivil toplum gücünü yoksayma eğiliminde olduğunu söylüyordu.
Sayın Saylan kanunun STKların görüşü alınmadan hazırlandığı tespiti ile devam ediyor ve bu kanun yüzünden sistemin altüst olduğu belirtiliyordu. İyi niyetle iş görmeye çalışan kamu STKları ile, kamu eliyle ayrıcalık elde etmeye çalışan STKlar arasında kanunun ayrım yapmadığını, dolayısı ile sapla samanın birbirine karıştırıldığını ifade ediyor, devletin kurduğu üniversite, hastane gibi hizmet birimlerinde bu nedenle sistemin karmakarışık olduğunu söylüyordu. Sayın Saylanın yazının başında dile getirdiği ve tamamen paylaştığım görüşlerine karşılık bu noktada, bu sorunlarla ilgili gözlemlerinden çıkardığı sonuçlara katılmam pek mümkün değil.
Saylanın açmazları
Örneğin yasanın birinci maddesinde dernek ve vakıfların kamu kuruluşlarının ismini kullanamaz koşulunun yer alması Sayın Saylana göre şaşkınlık verici. (21. yüzyılda özgürlükleri kısıtlayan böyle bir kural olur mu? Sanki çocuğunuza isim veriyorsunuz da devlet beğenmediği için yasaklıyor.) Demokratik bir ülkede her kamu görevlisi, her kamu yöneticisi kendi kurumunun adıyla dilediğince vakıf veya dernek kuramaz, kamu kişiliği adı altında kendi tüzel kişiliğini oluşturamaz. Adalet Bakanlığını Geliştirme ve Yaşatma Derneği ya da Milli Eğitim Bakanlığını Koruma ve Güzelleştirme Derneği gibi STK kuruluşu olamaz. Oysa Sayın Saylanın da yazınının başında belirttiği gibi Türkiyede kamunun STKlara karşı ayrımcılık yapmasının ardında çok temel sorunlardan belki de en önemlisi resmi saha ile sivil saha arasındaki bu geçişkenlik. Güçlü STKların arkasında kamu kişilikleri var. Bu anlayışa göre ne olur ne olmaz, bu memlekete STK gerekiyorsa onu da ne idüğü belirsiz vatandaşlar değil, güvenilir, devleti için çalışan kamu görevlileri tarafından ve kamu adına kurmalı! Oysa demokratik ülkelerde kamu kişiliklerine getirilen bu tür kurallar ve sivil alanla resmi alanı ayrıştırmaya dayanan ilkeler sivil toplumun özgürce örgütlenebilmesi içindir.
Sayın Saylanın hazırlanış yöntemine itiraz ettiği bu kanunun elbette ki savunusunu yapacak değilim. Ancak AB Uyum Yasaları çerçevesinde bu ve buna benzer konularda bu tür kafa karışıklıkları yaşayacağımız konusunda kuşkum yok. Sanki Hükümet ve yasama organı sorunların farkında olmadan bir takım düzenlemelere girişiyor, bu konularla ilgili kuruluşlardan bağımsız olarak. Sonra da mecburen ayarlamalar yapmak -Sayın Saylana göre hataları telafi etmek- gerekiyor. Nitekim Yorum sayfasında bu durumun tipik bir karşılığını görüyoruz. (Alttaki yazının başlığı ise şöyle: Üniversitelerde yeni isim hazırlığı. Bu habere göre de kamu kuruluşlarının isimlerine kullanan vakıf ve derneklerde tüzük değişikliği yaparak kanuna uyma hazırlığı başlamış...)
Bu nedenle benim görüşüm Sayın Saylanınkinden biraz farklı: Bu kanun STKlar tarafından tartışılmalıydı, Hükümet STKların görüşünü almalıydı görüşüne katılmıyorum. Çünkü bu sistemden beslenen STKların görüşlerini almaya kalkarsanız hiçbir şekilde Anayasaya aykırı bu yerleşik durumu değiştiremezsiniz. Bürokrasi içinde gelişerek hem sivil toplum kuruluşu olarak özel bir tüzel kişilik kazanan, hem de kamuya ait işlevleri siyasetin denetimi dışına çıkaran bu güçler bu değişiklikleri her zaman engellemeye çalışırlar. Çoğu zaman bu STKların katılım talebi, sivil toplumun katılımını engelleyen, kamu fikrinin özelleşmesine yol açan bir nitelik kazanır. Bu nedenle bu kanunda olduğu gibi radikal değil, demokratik hukuk devleti ilkeleri geliştirmek için siyasetin alanını genişletmeye çalışmak gerekir. Çünkü bu tür STKların katılım talebi, genellikle kendi kamu yararı kavramlarının temsilini hedefler. Sayın Saylan bu iş STKlar arasında tartışılsın, Hükümet ve siyasetçiler böyle hatalar yapmasın önerisi ise korkarım demokratik ilkeleri ve meşruiyeti yok sayan bazı STKcıların kamu işlevlerine demokratik yollarla karar verilmesin, kamu işlevleri siyasal temsil mekanizmaları dışında STKlar tarafından yönetilsin önerisine benziyor. Peki neyin adil neyin haksız olduğunu bize kim söyleyecek? Kimin doğru bir iş yaptığını, kimin yanlış bir iş yaptığını, öncelikleri kim belirleyecek? Örneğin imar izinlerinin karşılığında bağış toplayıp siyasal yatırım yapan kişi mi kendi yaptığının yanlış olduğunu düşünecek? Hukukun üstünlüğü ilkesine göre siyasete dayanmayan, kişilerin kendi niyetlerine dayanan, kendiliğinden menkul olan bir meşruiyet anlayışı olabilir mi?
İlkesel yaklaşım
Bu nedenle ilk önce konuya ilkesel olarak yaklaşmaktan yanayım: Demokratik hukuk devletinde kamu işlevleri siyasetle denetlenir ve yönetilir. Kamu kişiliklerinin kamu işlevlerini siyasal denetim dışına çıkarmaya çalışması çok ciddi bir sorundur ve anayasalarda yer alan egemenliğin halk adına kullanılması prensibine de ters düşer. Önemli olan sorun yalnızca kamu hizmetlerinin idame ettirilmesi için STKların kullanılması değil, kamu ürün ve hizmetlerinin kamu malı olmaktan çıkmasıdır. Bugün her belediye başkanı, her zabıta müdürü kendi adına bir vakıf kurarsa ve elde ettiği erki bu şekilde kamusal alanın dışına çıkarırsa, ister iyi niyetli olsun, ister kötü niyetli olsun, ilk önce hukukun üstünlüğü prensibi zedelenir. Oysa Sayın Saylan bu konudaki pragmatizmini daha ileri götürüyor ve eğer bir takım kamu görevlerini yerine getirmek için kamu bütçeleri yetmiyorsa, STKların bu işlevi yerine getirmesinin şart olduğunu varsayıyor ve daha da ileri giderek yalnızca STKnın yönetiminde o kuruluşun yöneticisinin bulunmamasının yeterli olacağını söylüyor! (Bunu söyleyen bir kamu kuruluşu yöneticisi değil, saygın bir STK temsilcisi!)
Bir dernek kurarken belki herkesin başına gelmiştir. Dernekler masasındaki memurlar başvuru dilekçesini iletirken genellikle şöyle sorarlar: Arkanızda kim var, bu derneği neden kuruyorsunuz? Eğer arkanızda bir kamu kişiliği yoksa ve sırf bir sorun gördüm, bunun için gönüllü bir faaliyet yapmaya karar verdim derseniz, dostça sizi bekleyen zorluklardan, yasal sorunlardan, sorumluluklardan sözedip, size yardım olsun diye daha işin başında vazgeçirmeye çalışırlar. Bu da gösteriyor ki sivil toplum sahasında bile bir sivil olarak örgütlenmek zor ve çoğu zaman olağanüstü bir durumdur. Bu nedenle Türkiyede güçlü STKların arkasında ya kamu kişilikleri bulunur ya da STK kurmak ayrıcalığı ancak güçlü çıkar ilişkilerini temsil eden gruplara mahsustur. Çoğu STKnın da başı bir takım formalitelere uymadıkları için sürekli belaya girer. Mahkemelerde sürünürler, ağır para cezaları ödeyerek yönetimde görev aldıklarına pişman edilmeye çalışılırlar. Kamu görevlilerin STKlara desteği bu şekilde, kendi STKları adına haraç almak, çağırıp zorla davetiye satmak biçiminde gerçekleşir. sonra da fotograf eksik, dilekçeyi bir gün geç vermek gibi büyük suçlar nedeniyle mahkemelerde sürünmekle geçer. Kamu görevlilerinin STKları ise kutsaldır. Onlar kamu adına herşeyi yapabilirler. Bunları hepimiz biliyoruz.
Yıllar önce STK sempozyumlarından birine ev sahipliği yapan üniversitenin rektörü açılış konuşmasında STKlardan yana olduğunu belirtmek için aynen şunları söylemişti: Ben bütün rektörlere üniversite içinde STK kurmalarını öneriyorum. Böylece bizim de sivil toplum kuruluşlarının çoğalmasına katkımız olsun... Bu konuşmanın STKlar üzerinde soğuk duş etkisi yaratmasını beklerken salondan büyük bir alkış koptu. Birden salonun bizim gibi gönüllü insanlarla değil, kamu kuruluşlarında kurulan vakıf ve dernek gibi ayrı tüzel kişilikler tarafından işe alınmış ve yol paraları, harcırahları, maaşları gene bu kuruluşlar tarafından ödenen STK temsilcileri ile dolu olduğunu fark ettim. Asıl tuhaflık, akıl almaz durum bizim gibi insanların işini gücünü bırakıp orada bulunabilmesiydi! Sonuçta Sayın Saylanın da sorun ettiği gibi bu durum yalnızca kamu kişilikleri tarafından kurulan değil, kamu kuruluşları ile informel ilişkiler geliştiren, patronaj ilişkileri ile güç kazanan çıkar amaçlı STKların da işine geliyor. Çıkar sağlama, ayrıcalık elde etme amaçları önem kazandığı için bu tür STKlar tarafından sivil toplumun sorun alanları istismar ediliyor. Bu tür STKlar doğal olarak kamu yönetimleri ile kurdukları ilişkileri dönüştürücü bir role değil, kendi işlerine sağlanan bir desteklere yöneltiyorlar. Böylece Sayın Saylanın da yakındığı gibi kamusal rollerinden vazgeçip sözde kamu işlevlerini kolaylaştıran, patronaj ilişkilerini geliştiren bağımlı bir rol oynuyorlar.
Bu yüzden Türkiyede STKlar demokratikleşme yolunda önemli bir rol oynayamıyorlar.
Öneriler
Bu nedenle benim Sayın Saylanın yasaya yönelik eleştirilerinin yerine geçebilecek iki farklı önerim var: İlk olarak bütün STKlar değil, ama arkasında kamu kişiliği olmayan, siyasal, ekonomik rant peşinde koşmayan STKlar bir araya gelsin ve bugüne kadar sivil toplumun örgütlenme özgürlüğünü engelleyen ve siyasal meşruiyetin karşısında yeralan, katılımı kendi kamu yararını temsil etmek olarak gören ve böylece kamu işlevlerinin siyasetle yönetimini engellemeye çalışan besleme STKlara karşı kendi alanlarını savunsunlar! Buna çok ihtiyaç var. O zaman AB uyum yasalarını tepeden inme zoraki kurallar olarak değil, taraflara, sorunlara, ihtiyaçlara ve demokratik ilkelere göre tanımlama, algılama ve tartışma imkanına kavuşuruz. İkinci olarak Sayın Saylanın yakındığı kamu hizmetlerindeki yetersizliğe karşı STKlara fırsat eşitliği sağlayan tanımlı bir alan açılsın. Kamu bütçelerinden bu işler için ayrılan paylar STKlara AB ülkelerinde olduğu gibi tanımlı taahütler ile kullandırılsın. O zaman hem kamu işlevleri daha nitelikli hale gelir, hem de STKlar informel ilişkilerle kamu imkanlarından yararlanmadıkları için -Sayın Saylanın da önemsediği gibi- siyasetçilerin güdümünden kurtulurlar! (KG/EK)
______________________________
Korhan Gümüş:İnsan Yerleşimleri Derneği Başkanı