Finans ve teknoloji dünyası Ağustos ayında Steve Jobs'un Apple'dan sağlık problemleri yüzünden istifa etmesiyle çalkalandı. Bir yanda dünyanın en değerli şirketlerinden olan Apple'ın hisselerinin akıbeti üzerine spekülasyon yapanlar, diğer yanda şirkete hayran tüketicilerin çoğumuza anlamsız gelen üzüntüsü derken Jobs'un istifası gündemden düşmek bilmiyor.
Medya, Jobs'u vizyoner, yaratıcı güç, mesih ve yeri doldurulamayacak bir deha olarak betimliyor. Nadiren, Jobs'un iş pratiğinde kolayca bir tirana dönüştüğü dile getirilse de, bunun dehasının bir hakkı, şirketin ve hatta teknolojik ilerlemenin lehine olduğu da vurgulanıyor.
Jobs üzerine yaratılan mitler günümüzde "Yaratıcı Endüstri" diye adlandırılan sektörün ne menem bir şey olduğunu anlamamız için çok güzel bir fırsat.
Paolo Virno, Maurizio Lazzarato, Nick Dyer- Witheford ve Gerald Raunig gibi Marksist yazarlar "yaratıcı endüstri" diye adlandırılan bu yeni sektörün aslında 1968 sonrası kapitalist yapılanmanın, giderek artan yaratıcı ve çoğunlukla eleştirel güç sahibi bir kitleyi sisteme entegre edip, sermayeye kar sağlar hale getiren bir alan olduğunu vurguluyor.
Post-Fordist olarak adlandırılan bu yapılanma, bilginin ve iletişimin başlı başına bir meta haline geldiği yeni dünya düzenine işaret ediyor. Maddi olmayan emeğin ve başta dil olmak üzere ortak kültürel pratiklerin yaygın ve karlı bir üretim aracına dönüştüğü bu yeni düzenin mesihleri (!) de işte Steve Jobs ve onun gibi bilgisayar, iletişim, medya ya da tasarım gibi alanlarda neredeyse ilahlaşan isimler.
Yukarda adı geçen yazarlar çoğunlukla 1970'lerden itibaren yerleşmeye başlayan bu sistemin yepyeni başkaldırı olasılıkları açtığını vurgulasa da, işin enteresan olan tarafı bu yeni sistemin eskisiyle pek çok benzerlik taşıması, ya da daha doğrusu, neoliberal söylemin hala yok olduğunu umduğumuz belli başlı temaları hala kullanıyor olması.
Bunların başında da yaratıcı bir güç olarak gözümüze sokulan "deha" figürü geliyor. Roland Barthes'ın "Yazarın Ölümü" Michel Foucault'un "Yazar Nedir?" isimli çığır açan makaleleriyle alaşağı olduğuna inandığımız, o 19. yüzyıldan kalma yalnız ve dahi yazar ve sanatçı figürü meğer yeniden hortlamış!
Aslında Walter Benjamin daha 1930'larda, teknolojik gelişimin halkı sanattan ayıran mistik unsurları yok edeceğini, lakin büyük ihtimalle yeni kültler doğuracağını öngörmüş. Yazarı ya da sanatçıyı toplumsal ilişkilerin bir parçası, üretim zincirinde bir halka olarak görmek, Benjamin'e göre hemen olacak iş değildi.
Benjamin, teknolojinin demode kıldığı yaratıcılık, deha, sonsuz değer ve gizem kavramlarını yok edeceğini umarken, bir yandan da film endüstrisinin yarattığı yeni kültlere karşı tetikte olmak gerektiğini de ekliyordu.
Bizi bu "sanat teolojisinin" ısrarcı varlığına karşı uyaran Benjamin gibi Foucault da yazar figürünün burjuva toplumunun (yasal ve ekonomik olarak) bir işçisi haline geldikçe aynı zamanda nasıl da toplum dışında kalan bir figür olarak temsil edildiğini anlatır. Foucault'ya göre yazarın böyle kutsal bir figür olarak kalması dilin ve yazının toplumu tehdit eden gücünü frenlemeye yarar.
Aynı şekilde günümüzde yaratıcılık rolüne soyunan ünlü yazılım uzmanları da teknolojinin yarattığı olasılıkları kısıtladıkları, sisteme hizmet ettirdikleri ve kapitalizme karşı oluşturacağı tehditleri engelledikleri ölçüde güç ve şan sahibi oluyorlar. İşte buna en iyi örnek de Steve Jobs.
Apple'ın finansal başarısından bahsedilirken, kimse, bırakın Çin'deki fabrikalarda o parlak cihazları üreten işçilerden, Silikon Vadisi'nde çalışan diğer mühendis ya da tasarımcılardan bile bahsetmiyor. Tek dahi adam ve onun bireysel muazzam başarısından başka bir şey duymuyoruz.
Elbette birey odaklı bu söylem neoliberal ideolojinin temeli. Piyasa ekonomisinin bireyi geliştirecek ve yaratıcılığını arttıracak tek sistem olduğu kanısı hala şiddetli biçimde savunuluyor. Toplumsal işbölümü ve toplumsal ortak aklın başarıları ve teknolojinin gelişimindeki yerinden ziyade, bireyin dehası, olağanüstü çabası ve sonunda da hak ettiği başarısından bahsetmek genel geçer bir tavır.
Bireyin bu şekilde öne çıkarılıp, yaratıcılığın merkezine konmasının en önemli sonucu da kolektiviteyi negatif tanımlayan yasal Fikri Mülkiyet Hakkı söylemleri. Dünya Ticaret Örgütü ve çeşitli sektörel çıkarları koruyan lobilerin (ki bunların başında müzik, sinema ve ilaç geliyor) ısrar ettiği tanımlarda kolektif bir korsana, basit bir hırsıza dönüşürken, birey yüceltiliyor.
İşin ironik tarafı, pek çok teknolojik gelişmenin kolektif ve amatör çabalarla ilerlediği apaçık ortadayken, bu tip lobiler isteklerini elde etmede oldukça başarılı.
Steve Jobs'un başarısının altında toplumsal üretimi kendine biçen açgözlü ve kurnaz bir şirket zihniyeti yatıyor. O mesih imgesinin altında aslında bilgisayarların şarj aletlerinin dizaynından, kulaklıkları, hatta Apple dükkanlarındaki standart cam merdiven dizaynını kendi adına patentleyen bir iş adamı var.
Öte yanda Apple'ın eğlenceye yönelik yazılım ve donanım ürünlerinden elde ettiği büyük kazanç aynı şekilde birey odaklı neoliberal Fikri Mülkiyet Haklarının lobi ve şirketler tarafından kontrol edilebilmesinden kaynaklanıyor.
İnternetin sonsuz paylaşım ve dağılımı mümkün kıldığı bir dünyada bir şirketin hala, mesela şarkı satarak, para kazanabiliyor olması ancak yasalar ve yaptırımlarla sağlanabilecek bir durum.
Walter Benjamin'in teknolojiye dair bir uyarısı da aslında içinde barındırdığı devrimsel potansiyelin kapitalist zihniyetin tarafından istismar edilecek olmasıydı.
İçsel potansiyelini gerçekleştirebileceği yerde teknolojinin sonunda sisteme hizmet eder hale gelebilecek olması Benjamin'i haklı olarak tedirgin ediyordu; onun zamanında radyo tüketim zihniyetine uymaya başlamış, sinema devrimsel özelliğini koruyamaz hale gelmişti.
Steve Jobs gibi patronlar da, internetin ve bilgisayar teknolojisinin kolektif ve amatör yanını sömürüp, sahip olduğumuz bu teknolojileri kapitalist zihniyete uydurdukları ölçüde dahi kabul ediliyor. (IE/EKN)