Vicdan Arapça “vecd”den geliyor. Nişanyan sözlüğünde bu duygu “tasavvufta vecd halinin, tanrı aşkı ile dolma”nın bir neticesi olarak açıklanmış. Anlaşılan Tanrı’yla böylesi bir hemhal oluş, müminin kalbinde kirli, aşağılık, dünyanın çirkinliğinden neşet eden ne varsa silip temizliyor. Bir arkadaşım, “Tanrının varlığına kanıt vicdandır” demişti bir seferinde.
Vicdan tanrıtanımazlara da musallat olabilir. Che, “Başkasının yüzünde patlayan tokadı kendi yüzünde hissetmek”ten bahsederken devrimcilerin de vicdanın hükmü altına girebileceğini gösteriyordu.
Mağduriyet gerçeğinin, başkasının mağdur edildiğine şahit olmanın uyardığı işte bu vicdan duygusudur. Birinin canı yandığında sizin de canınız yanar. Vicdan olmaksızın başkasının acısına bakmak, onun acısını duymak mümkün olmazdı. Vicdan dünyevi ve ilahi olanın birleştiği yerdeki ince çizgidir. Dünyanın, Tanrı olsun ya da olmasın, kutsalıdır. Müminlerin ve tanrıtanımazların gerçekten ortak bir dünyada yaşayabilmesinin yegâne hakiki zemindir.
Kabataş’taki bebekli kadın hadisesini duyduğumuzda Che’nin söylediği gibi “başkasının yüzünde patlayan tokadı kendi yüzümüzde hissettik”. Bu kadar düşkün, acımasız, alçakça ve insanlık dışı bir olayın vuku bulmuş olması ancak uçsuz bucaksız bir öfke yaratabilirdi. Yarattı da.
Gerçi mağdurun ifadelerinde zikredilen olayın fantastik ayrıntıları kuşku uyandırmıyor değildi ancak etik kaygı, bu kuşkunun bastırılmasını gerektiriyordu ve bastırdık zira mağdurun (kadın, çocuk, yaşlı ya da zenci, her kimse) beyanı esas olmalıydı.
Derken “olay”ın görüntüleri yayınlandı. Çıkan sonuç özetle şu: Birileri organize ve cerbezeli bir yalanla vicdanlarımızı suistimal etmiş. Kadının tanıklığı üzerinden Başbakan ve Hükümet medyası halkı taammüden kin ve düşmanlığa sevk etmiş.
Beyan çökmüştür çünkü olaya dair verdiği onlarca ayrıntıdan bir tanesi bile görüntülerle eşleşmemektedir (saçından sürüklenme, plastik eldivenli üstü çıplak 80-100 erkek, cinsel organlarla taciz, en beteri üste işeme ve sayısız diğer iğrenç ayrıntı). Tanıklığın birebir olmasa da ikna edici oranda kanıtlarla desteklenmesi gerekir. Elimizde bu yok. Tekraren söylemek gerekiyor: Görüntülerde tanıklığı destekleyen tek bir imaj yok.
“Kadının beyanı esastır” etik düsturu üzerine süre giden tartışma bu bağlamda tam bir kafa karışıklığı ya da bariz bir kötü niyetle kullanmanın sonucu olabilir sadece: Kadının beyanı ilke olarak daima esastır, ancak elimizdeki vakada beyan doğrulanamıyor. Bu vaka istisnai bir kötü niyet teşkil eder ve etik ilkeyi hiçbir şekilde zedelemez.
Gerçi bu olay benzersiz değildir: Akla Atatürk’ün Selanik’teki evinin bombalandığına dair kara propaganda ve izleyen 6-7 Eylül olayları geliyor. Ancak fantastik düzeyde nefret uyandıran ayrıntılarıyla 2013 Kabataş Hadisesi belki de eşsizdir ve bugünün tarihi yazıldığında Türkiye’nin ilk İslami iktidarının çöküşünün başlıca işaretlerinden biri olarak anılmaya adaydır.
Nihayetinde Kabataş imgesinin hakikati, yokluğudur. Böyle bir olay yaşanmadı. Aldatıldık. Bu ölçüde “organize” bir yalanla yeterince afalladıktan sonra şimdi “başörtülü bacılarımızın başına gelenlerle” infial yaratmaya çalışan başbakan ve destekçilerine vicdan bağlamında esas soruyu yöneltebiliriz:
Polislerin linç edip katlettiği Ali İsmail, “Vurmayın hamileyim” demesine rağmen karnına tekme ve copla vurularak bebeği “kaybettirilen” E.Ö, kafaları biber gazı kapsülüyle dağıtılan, gözleri alınan çocuklar, F-16'larla bombalanıp paramparça edilenler, 12 yaşındaki bedenine 13 kurşun sıkılarak hayatı alınan Uğur Kaymaz’lar ve sayısız diğer cinayet karşısında, bunların hepsini gözlerinizle gördüğünüz halde niçin böylesi bir infiale kapılmadınız?
Sorumuz iktidarın kötülüklerinden pay kapmak için birbirini çiğneyenlere değil. Fakat hala arada kalan varsa şunu söylemeliyiz ki vicdan treninin son vagonu da gardan çıkmak üzere. (BS/HK)