Verba volant, scripta manent…
Manastır yazı odalarında (skriptoryum), yazıcıları sessiz olmaya çağıran ilk kural IX. yüzyıldan kalmaymış. Yazıcılar o güne dek, kopyaladıkları ya da dikte ettikleri metinleri sesli okuyarak çalışırlarmış. Günümüzde ise; “yazı”nın kalıcılığını ve gelecek nesillere ulaşabilmesini, “söz”ün ise uçup gitmesini, değerinin çok kısa sürede yitirmesini anlatan bu ünlü söz; o dönemlerde tam tersi bir anlam bütünlüğüne sahipmiş. “Söz”, uçarak meraklısının/öğrenmek isteyenin kulaklarına ulaşır; ama “yazı” olduğu yerde durur! (Kemal Kırar.Okuma ve Kitap Üzerine: Söz Uçar Yazı Kalır www.anafilya.org)
Kitaplarımı çocuklarımın armağanı “Verba volant, scripta manent; Söz uçar, yazı kalır” mührüyle damgaladıktan sonra okumaya başlamaktan çok mutluyum.
Atilla Özkırımlı’nın hazırladığı, çevirilerini Celal Üster’in yaptığı “Yazarları da Vururlar” adlı kitap Cem Yayınevi tarafından 30 yıl önce yayınlanmış. Yeni baskısı yok ama kitap ve yazılanlar durduğu yerde duruyor. Kitabın başında 4 Şubat 1987 tarihli Atilla Özkırımlı’nın kaleme aldığı “Sunu” var. Günümüze çok uygun düşen bir bölümünü bu gün aramızda olmayan Özkırımlı’nın anısına paylaşmak isterim:
“Tarihin her döneminde görülen sansür uygulamaları düşünme ve yaratma özgürlüğünü yok etmeyi amaçlamıştır. Tarihte yönetim biçimleri, yöneticiler, yasalar değişmiş; krallar, başbakanlar, hükümetler gelip gitmiş, ama uygulama değişmediği gibi, geçmiş dönemleri eleştiren iktidarlar bir alanda, düşünce ve yaratma özgürlüğü konusunda seleflerini titizlikle izlemişlerdir. Düşünmek, düşüncesini söylemek ya da yazmak iktidarda bulunanın görüşleriyle çatıştığında yasaklanmıştır. Üstelik bu yasaklamaların, inançtan ahlaka, bilim ve felsefeden sanat yapıtlarına geniş bir alanı kapsadığı görülmektedir. Yasaklama gerekçeleri ve biçimleri değişmekte, ama hepsinin temelinde yasaklayıcının kendi iktidarını sürdürme amacı yatmaktadır”
Yazı otuz yıl önce yazıldığı yerde duruyor, günümüze kadar geldi ve bizim gerçeğimiz oldu.
“Yazarları da Vururlar” adlı kitaptan eski bir öykü, eski bir mahkûmiyet…
28 Ağustos 2015’de aramızdan ayrılan gazeteci yazar Oktay Akbal bu kitapta kendi mahkûmiyet öyküsünü yazmış…
Tanımış olmaktan onur duyduğum Oktay Akbal’ın kendi kaleminden mahkûmiyet öyküsünün bazı bölümlerini günümüze bir öğreti çıkarmak amacıyla okuyorum…
“6 Ekim 1982 günlü Cumhuriyet’te “Yurttaş Olarak Görevimiz” başlıklı bir yazım çıktı. Yeni Anayasa taslağı üzerine yazdığım birçok yazımdan biriydi bu. Daha önce yayımlanan “Yarın Diye bir Gerçek” başlıklı yazımdan ötürü İstanbul Sıkıyönetim Mahkemesince yargılanmış, daha ilk duruşmada aklanmıştım. “Yurttaş Olarak Görevimiz”de önceki yazılarımdaki görüşlerimi yineliyordum. Amacım yeni anayasa tasarısındaki yanlışları, haksız ve yersiz bulduğum görüşleri eleştirmek, yeni taslağın daha iyi bir biçimde oluşmasına katkıda bulunmaktı.
O yazımın son bölümünden – ki suçlu bulunduğum parça budur- birkaç cümleyi sunmakta yarar var:
“MGK’ce incelenen bu Anayasa taslağının tüm basının ileri sürdüğü görüşlere, düşüncelere göre bir anlam ve biçim alması umutla beklenmektedir. Bu beklenti sonuçsuz kalırsa Aldıkaçtı tasarısı ufak tefek düzeltmelerle halkoylamasına sunulacak olursa, o zaman seçmen yurttaşlar, ellerini vicdanlarına koyarak, bu taslağın TC Anayasası olmaması için gereken oyu kullanmaktan çekinmeyeceklerdir.”
Yazımın başında da şöyle diyordum: “Biz Anayasa tasarısı olarak Danışma Meclisince benimsenen taslağa karşıyız. Bu taslakta yer alan pek çok görüşe ve düşünceye karşıyız”. Yine başka bir yerde de: “Ama asıl 61 Anayasası, daha önce 1924 Anayasası zaman zaman eleştirilmişse, 82 Anayasası da eleştirilecektir. Demokrasi adı verilen bir toplum düzeninde yaşıyorsak böyledir bu.”
Bir süre sonra Sıkıyönetim Başsavcısı Hanefi Öncül’den bir çağrı aldım. Gittik, ifade verdim. Çok geçmeden 1 Nolu Sıkıyönetim Mahkemesinde dava açıldı. Hanefi Öncül şöyle diyordu iddianamede: “… Bu yazı münderecatı ile Anayasa taslağının geliştirilmesi konusunda görüş ve önerilerde bulunulmasına izin veren MGK 70 sayılı kararının b:3 maddesine aykırı hareket edilerek Anayasa’nın halkoylamasında halkın vereceği reyin nasıl olması gerekeceği hususunda etki yapacak nitelikte telkinde bulunduğu… anlaşılmıştır. Bu nedenle MGK’nin yasaklarına aykırı hareket etmek suçunun unsurları oluştuğundan (…) tecziyeleri…”
Duruşmalara çıktım. Topu topu dört duruşma oldu. Önceden belliydi sonuç. Yargıç yarbay Taner Candemir, ne savunmada ileri sürdüğümüz savları, ne de askeri savcının soruşturmanın derinleştirilmesi dileğini benimsedi. Avukat dostum Turgut Kazan’ın o güzel savunması, benim konuşmam etkili olmadı. Üç ay hapse mahkûm edildim. Şöyle diyordum savunmada: “Yurttaş Olarak Görevimiz” adından da anlaşılacağı gibi oy verme işinin önemini belirtmekte, kamuoyuna sunulacak kesin tasarının da yurttaşların umutlarına yanıt verecek bir düzeyde oluşturulmasını istemek amacını taşımaktadır. Yazarlık yaşamım boyunca her zaman düşüncelerimi açık açık yazmışımdır. Düşüncede içtenlik ve dürüstlük başlıca ilkem olmuştur.
Öykünün geri kalan bölümünü ilgilenen okurlar bilirler. 4 ay mehil aldım. Ağustos’un 26’sında Sağmalcılar Cezaevine girdim. Sabah 7’de bırakılıyordum. Akşam 7’de yeniden hücreme kapatılıyordum. İlginç bir yaşam biçimiydi. Üç ay geçti böylece! Mahkûmlardan, gardiyanlardan pek çok insan tanıdım. İdam mahkûmlarıyla arkadaşlık ettim. Dertlerini dinledim, sorunlarını öğrendim. O güne dek hiç mahkûm olmamıştım. Yazılarım yüzünden açılan – sayısı o kadar çok olmayan- davalar hep aklanma ile sonuçlanmıştı. İlk kez mahkûmluğu, cezaevini ve koşullarını tanımış oldum böylece… Suçum – böyle suç mu olurdu?- 82 Anayasası taslağına yurttaşın oy vermeyeceğini söylemekti! Oysa yüzde 90’ın üstünde yurttaş bu taslağı onayladı!”
Oktay Akbal kendi mahkûmiyetinin öyküsünü şu satırlarla bitirmiş:
“Yazarlar, düşüncelerinden ötürü suçlanırsa, cezalandırılırlarsa, o toplum sürgit yerinde sayacaktır. Demokrasinin baş koşulu düşüncelerin açıklanmasından korkmamaktır. Gerisi kendiliğinden gelir.”
Mahkûmiyet öyküsünden geriye kalan çok basit bir cümle… Oktay Akbal’ın öğretisiyle Yurttaş Olmak Görevimiz!
İktidarlar değişir. Değişmeyen tek şey iktidarda bulunanların kendi görüşleriyle çatışan düşünceleri her zaman yasaklamalarıdır ve sansürden hiç vazgeçmemeleridir.
İktidarların görüşleriyle çatıştığı için yargılanan ve mahkûm olan yazıların unutulmaz direniş öğretileri durduğu yerde duruyor, unutulmuyor. İktidarlar değişiyor, öğreti sürüyor…
Çünkü (Verba volant, scripta manent) söz uçar, yazı kalır. (Fİ/EKN)