Feminist kadınlar, dışlandıkları kamusal alana girmek için mücadele ettiler ve bedenleri hakkındaki kararın yalnızca kendileri tarafından verilebileceğini söylediler. Peki ama nasıl?
Bir konuya olan inancınız ve mücadeleniz, başkaları da o mücadeleye inandıkça ve çabaladıkça güçleniyor. “Feministler: Onlar Ne Düşünüyordu?” belgeselini izlediğimde bu cümle belirdi kafamda. Anlatılan deneyimler, yalnız olmadığımızı ve aslında bireysel sandığımız sorunların ne kadar da kitlesel olduğunu hatırlatıyor.
Bu belgeselde hayatın her alanında yer almış kadınların deneyimlerini, kendilerini var etmelerini ve hayatlarını bir şekilde kendi istedikleri yönde nasıl inşa ettiklerini izliyoruz. Fotoğrafçı Cynthia Macadams, Amerika’da feminist ikinci dalga hareketinin peşinden gitmiş kadınların kendilerini en özgür hissettikleri anı kaydediyor. 40 yıl sonra ise fotoğraflarını çektiği bazı kadınlarla buluşuyor.
Kadınlığından ötürü geri plana atılmaya çalışılan bu kadınlar, eşitsizliğin farkına çoğu zaman yaşadıkları deneyimler sonucu varıyor. Aslında çoğu zaman mücadele ettiğimiz şeyler, hayatımızda bize değen, dokunan olgulardır.
Jane Wagner’ın şu sözü belki de bu durumu özetliyor:
Hamile olduğumu bilmediğim halde feminizmin embriyonik tekmeleyişini hissettim.
Belgeseldeki kadınlar hayata karışıyor, erkeklerin baskın olduğu alanlara giriyor ve söz sahibi oluyorlardı. Toplumun çizdiği sınırların ötesine çıkmak ise çoğu zaman mücadeleyi de beraberinden getirir.
Marcy Vaj’ın aktardığı deneyim aslında çoğu kadının yaşadığı ancak birçok şey gibi dile getirmediği bir soruna işaret ediyor. Vaj’ın anlatısı, toplumda eşinin himayesindeki ‘biri’ olmanın dışına çıkamayan kadının ruh haletiyesini özetliyor:
Üniversitedeydim ve notlarım harika değildi ve babam diyordu ki: “Ne de olsa evlenecek, fark etmez.” Bu hala kulaklarımda çınlar. Evlenip Bilmemkim Hanım olmaktan başka yapabileceğim başka şeyler var gibi hissediyordum. Ama en sonunda kocasını tıbbiyeye göndermiş ve bolca yalnız vakit geçiren bir kadın olarak kalmıştım. Gün geçtikçe depresifleşiyordum ve bir gün kendimi yatak odamızda kafamda bir örtü ile ayakta durmuş ve kendi kendime “Bu ben değilim. Ben böyle yaşayamam. Bir şeyler yapmalıyım” derken buldum.
Peki, kadınların kendini özgür hissettikleri an ne zamandır? Fotoğrafçı Macadams kendi gibi oldukları an olduğunu söylüyor. Bu kadınlar, istedikleri işi yaparken veya çıplaklıklarından korkmadan fotoğrafçıya poz verirken aslında kendileri gibiydiler ve Macadams tam da bu anda deklanşöre bastı. Bu yüzden yıllar sonra feministler kendi fotoğraflarıyla karşılaştıklarında o zamanki cesaretlerini görüyordu.
Bana göre ise, kadınlar kendilerine erkek bakış açısıyla bakmayı bıraktıkları zaman özgürleşiyor. Kadınlar küçüklükten bu yana öğretilen kodlar ile çoğu zaman kendilerine erkek gözü ile bakar ve her daim kendisini erkek gözüyle izler.
“Erkek bakış açısı” sadece görüntümüze değil ürettiklerimize de sirayet ediyor. Aynanın önünden beğenileceğimizden emin bir şekilde ayrıldıktan sonra beyaz erkeğin beğenebileceği şeyleri üretmeye gidiyoruz.
Macadams’ın “Feminist Portreler” sergisinde ise kadınlar bu sefer ‘olması gereken’ gibi değil olmak istedikleri gibi duruyorlardı. Kendilerine öğretilen kalıplardan çıkıp farklı bakış açılarına evriliyorlardı. Ancak bu hiçbir zaman kolay bir deneyim değildir. 40 yıl önce de şimdi de.
Judy Chicago üniversitede felsefe okurken karşılaştığı tavrı şöyle açıklıyor:
Derslerde soru sormak için el kaldırırdım ve erkek hocalar benim sorumu kabul etmezdi. Diğer erkeklere söz verirlerdi. “Sırf kadınım diye söz vermiyorlar” diyordum. Bunu biliyorum, ama bundan söz etmek imkânsızdı. Konuyu açmaya çalışsam insanlar bana “Süfrajet falan mısın?” diye soracaktı ve elbette sufrajet imajı yaşlı, pasaklı kadınlardı, hani şu sorun çıkaran cinsten. Elbette bir süfrajet olarak tanımlanmak istemedim. Tıpkı bu genç kadınların feminist olarak tanımlanmak istemediği gibi.
Aslında yıllar öncesinden bugüne değişen şey, kavramlar ve anlatım biçimleri. Sufrajet, iğneleyici bir kavramdı o zamanlar. Tıpkı şimdiki feminist kelimesi gibi. Feminist olduğunuzu söylediğiniz an tuhaf bakışlar ile karşı karşıya kalabilirsiniz, şanslıysanız tabii. Ama çoğu zaman beraberinde tuhaf soruları da beraberinde getirir bu bakışlar. O sebeple çoğu kadın feminizmi kötü bir şey olarak kodlar kafasında. Yine erkek bakış açısı savunduğumuz görüşlere siner ve kadının hakkını savunma yolunda bir engel daha koyar.
Hâlbuki Catharine Stimpson feminizmin ve kadınların bilincinin yükselişini çok iyi özetler:
Kadın olarak ayrımcılığa uğradığınızda, kadın olduğunuz için ülkedeki bir okula alınmadığınızda ya da o okula gittiğiniz için vurulduğunuzda işte o zaman bir kadın olmak kimliğinizin bir parçası haline geliyor. Sizi öldürecek şey ne olacak?
Belgeselin ilgimi çeken bir diğer noktası, siyah kadınların feminist mücadeleye katılma mücadelesiydi. 1980’li yıllara kadar beyaz feministler, siyah kadınların taleplerinin kendi hak mücadelelerini geriye düşüreceğini söylüyordu. Hiyerarşinin en alt kademesinde bulunan siyah kadınlar seslerini çıkarmaya çalışırken beyaz kadınların desteğini göremediler. Siyah kadınlar, ırkları ve kadın hakları için mücadele ederken siyah erkeklerin “ihanet ettikleri” yaftalamalarına maruz kalıyor, beyaz feministler tarafından ise cinsiyet eşitliği konusundaki tartışmayı başka yöne çekmekle suçlanıyorlardı.
Belgeselde de Margaret Presced, 1977 yılında Houston’da yapılan ilk ABD konferansında yaşadığı durumu şöyle özetliyor:
“Fakirlik yardımı alan annelerin, zoraki kısırlaştırılanların, beyaz olmayan kadınların, endişelerinin ilgi görmediğini fark ettik. Sahneye çıktım ve siyahî, yerli Amerikalı ve Porto Rikolu kadınların zoraki kısırlaştırılmasına karşı çözüm önerdim ve mikrofonum kapatıldı. Bize bu konularda bahsetmememiz söylenmişti, çünkü bunu yaparsak kürtaj seçim hakkını tehlikeye atacaktık ki kürtaj seçim hakkını hepimiz destekliyorduk. ‘Hayır’ diyorduk. ‘Arkamızdan bunu yapamazsınız.’ Kadınlar hastanelere gidiyordu ve kısırlaştırılmış olarak çıkıyorlardı. Bu konuda ağzımızı nasıl kapatacaktık?”
O dönem siyah kadınlar ırkları ve cinsiyetleri arasında bir çıkmazdaydı. Ancak siyah feminist kadınların mücadeleleri feminizmi farklı bir noktaya taşıdı ve feminizmin sınıfsal ve ırksal olarak da tartışılmasına zemin hazırladı.
Belgesel bana mücadele etmeden hiçbir hakkın tepeden inme bir şekilde gelemeyeceğini hatırlattı. Kadınlar dışlandıkları kamusal alana girmeyi başardılar ve günümüzde de mücadelelerine devam ediyorlar. Jane Spencer “Kaç kişi olduğumuzun önemi yok, yapmamız gereken dalgalar yaratmak” dese de artık kadınların bilinçlendikçe hak talep ettiklerini biliyoruz ve gittikçe kalabalıklaşıyoruz.
Belgeselin künyesi:
“Feministler: Onlar Ne Düşünüyorlar?” belgeselinin Yönetmeni Johanna Demetrakas; Yapımcıları Cheryl Swannack,Lisa Remington, Gretchen Landa ve Jeryl Jagoda; Kurgucusu Kate Amend; Görüntü Yönetmeni Kristy Tully’dir. Belgeselin müzikleri Lili Haydn tarafından yapıldı. Belgeselde Meredith Monk, Margaret Prescod, Funmilola Fagbamila, Marcy Vaj, Judy Chicago, Jane Wagner, Catharine Stimpson, Joan Kellerman, Jane Fonda ve daha birçok kadın deneyimlerini aktarıyor. Belgesel, Netflix’te yer alıyor. (EA/EMK)