Bir suça tanıklık eden dürüst bir yazı erbabının "evet, tecavüzü gördüm" demesinden ibaretti. Ertuğrul Özkök, Doğan medyasında böyle tanıklıklara alışık olmadığından ve muhtemelen bu yüzden Milli Güvenlik Kurulu (MGK) Genel Sekreterliği'nin Toplumla İlişkiler Daire Başkanlığı'na çağrılmak istemediğinden Yıldırım Türker'i hemen ertesi gün yanıtladı: "Asıl tecavüzcü sürüsü, köşeleri işgal eden bu entelektüeller."
Ertuğrul Özkök blir
Ertuğrul Özkök, vakti zamanında Ankara'da çıkan Tan dergisine yazarken kendi çapında dürüst bir entelektüeldi. O dönemde iki kitap da yazdı: Biri, "Kitlelerin Çözülüşü", diğeri, "Kitle, İletişim, İktidar".
Muhtemelen 1986 yılında Hürriyet'e katılınca, yavaş yavaş yazdıklarını unutmaya başladı. Hürriyet, Doğan medya grubuna geçince, unutma süreci hızlandı. Doğan grubunun iş takipçisi olunca, yazdıklarını başkalarının hatırlamasını bile istemeyecek kadar unuttuğu artık kesinleşmişti.
Ama bu, yaptığı işin anlamını bilmediğini, unuttuğunu göstermiyor. Yaptığı iş, basitçe "dezenformasyon"dur. Yıldırım Türker'e "tecavüzcü sensin" demek, "dezenformasyon"dur. Cinayeti gören tanığın tanıklığını önlemeye çalışmak, ilgiyi başka noktalara çekmek için yapılmış bilinçli bir müdahaledir.
Hukukta tartışma yöntemleri vardır; bir savunmanın ya da iddianın geçerliliği tartışmanın dayandığı akıl yürütme metodunun akliliği ile ölçülür. Hukuk felsefecileri bilirler; bir tanık, "Ahmet, olay esnasında benim yanımdaydı," dediğinde, iddia makamı, "Ama o Ermeni" ya da "dinsiz" derse; bu, geçersiz bir akıl yürütmedir.
Türker, "tecavüz"den konuşurken, Özkök, Türker'e "işgal ettiği köşenin değerini bilmeyen tecavüzcü o" derse, bu sadece geçersiz bir akıl yürütme değil; Özkök'ün sözü ile "Göbbels"liktir.
Özkök şimdi, kitaplarında uzun uzun anlattığı, "iktidar"ın hizmetindeki iletişimcidir. Biz biliyoruz, kendisi de bilir.
Tehdit
Özkök'ün yaptığı aynı zamanda bir tehdittir. Doğan grubu yazarlarının hepsine yönelik bir tehdit: "yerinizi bilin, ekmek paranızın hakkını verin" tehdidi. Yıldırım Türker'e yönelik, "o köşe sana fazla" tehdidi.
Bu tehditten sonra, Türker, Özkök'e yanıt yazabilir mi? Yazsa bile, ne anlamı olur? Bu saatten sonra, Türker, "ben Türk Silahlı Kuvvetleri"nin tümünü kast etmedim dese, bu Türker'e itirafçılık yaptırmaktan öteye ne anlam taşıyabilir? Özkök'ün istediği de bu değil mi zaten?
Nedeni basit: devlet aygıtı işkence edebilir, öldürebilir, tecavüz edebilir, hastane kapısında süründürebilir, işsiz bırakabilir, barışçıl protestonuzu kolunuzu kırarak şiddet gösterisine dönüştürebilir... Ama, bu "onların", "Özkök"ün, Özkök'ün emrinde olduğu patronların devlet aygıtıdır. O, patronların geleceğini korumak için, Özkök'ün koltuğunu korumak için yapmaktadır bunu. O yüzden, Özkök'ü de gerektiğinde, "psikolojik harekat esaslarına uy" diye fırçalayabilir. Özkök'ün farkı şudur; bunu bile isteye yapar.
Bile isteye yaptığı için, ertesi gün, tehdit eder.
Gerçek
Gerçek, Diyarbakır Barosu Kadın Hakları Danışma ve Uygulama Merkezi avukatlarından Remziye Tanrıkulu'nun açıklamasında gizlidir: "Bölge cezaevlerinde kalan müvekkillerinin yüzde 99'u gözaltında cinsel taciz ve tecavüze maruz kalmış"tır. Bu kirli savaşın suç dosyasıdır. Devlet aygıtının şu ya da bu gerekçeyle kendi yurttaşlarına karşı ilan ettiği her iç savaş kirlidir çünkü. Bu Latin Amerika'da da böyledir, Türkiye'de de...
Bu savaşı, Amerikan okullarında yetişmiş işkence uzmanı profesyoneller yürütür çünkü. İşkence, tecavüz, onların "işi"dir. Profesyonel uğraşları. Kunduracı ne yapar: Kundura. İşkence yapsın diye eğitilen profesyonel ne yapar: işkence... Mesele bu kadar açıktır.
Denilecektir ki, orada çarpışan er ve erbaşlar halk çocuklarıdır, onlar da mı bu iş için eğitildi? Elbette, tümüyle değil. Ancak sıcak çatışma ortamında oluşturulan gelenekler, er ve erbaşlara da sirayet eder. Kaldı ki, bölgede çok sıradan nedenler yüzünden er ve erbaşlara da kötü muamele yapılmıştır. Bu konuda yapılan müracaatlar yeni yeni askeri savcılarca kovuşturulmaktadır. Örnek olsun, sadece bir silah kaybolma olayına tanıklık etti diye, günlerce işkenceye tabi tutulan asker olmuştur.
Gerekçe ise şudur: asker, kurmaylık sınavına girecek yüzbaşının emir komutasında çalışan uzman erbaşların silahı kömürlüğe gömdüğünü görmüş ve bu konudaki soruşturmaya tanıklık etmiştir. Bu olay kurmay olacak zatın geleceğini karartabileceği için asker işkence ile tanıklığından caydırılmak istenmiştir. Ve sistematik işkence bir ayı aşkın süre devam etmiştir. Henüz soruşturma aşamasında olan bu olay da münferittir tabii, Özkök'e sorarsanız. Ne yazık, bu olayda mağdur bölücü bir Kürt kadını değil, bölücülere karşı savaşan sıradan bir halk çocuğudur. Ama ne fark eder, ordu silahını kendi halkına çevirdiğinde sonuç, kirli bir savaştır.
Bu ülkede bu konular hakkında konuşulmaz, yasaktır. MGK Genel Sekreterliği Toplumla İlişikler Daire Başkanlığı tarafından yasaklanmıştır!
Vicdan
Tarihsel materyalizmin rahle-i tedrisinden geçenler için, devlet, bir kötülük kaynağı olduğundan, bu tür olaylar, kapitalist devletin sıradan uygulamalarıdır. Sermaye egemenliğine karşı mücadelenin alfabesi, devlet zorunun kendi yasallık çerçevesini yırtan uygulamalarına zaten işaret eder: Hukuksal çerçeve, basit bir meşruiyet kabuğudur. Bu yüzden olacak, devlet şiddeti, siyasal kadrolara yöneldiğinde, bu kadrolar, bunu özel bir vurgu ile toplumun önüne atmazlar. Ayıptır çünkü; hiçbir devrimci, "ey halk, bak ben senin için mücadele ederken bana ne yaptılar" demez, diyemez.
Ş.E., bir siyasal devrimci de değil. Sıradan ve sahici bir kadın, tek suçu, Kürt olmak. Bu yüzden, başına gelenleri anlatmaktan utanmış. Ürkmüş, çünkü bu toplum, eli kolu bağlı iken bile bir kadına tecavüz edilse, "acaba" diye düşünür. Hele hele doğuda, Kürtler arasında. Bu o kadar böyledir ki, eğer savcı kadın olmasaydı, Ş.E. davası açılır mıydı, bundan bile emin olamayız.
Hal böyle iken, devlet şiddetine sistematik olarak maruz kalan devrimciler, ahlaken uygun bulmadıklarından bunu toplumsal mesele olarak kurmakla yetindikleri ve özel mesele olarak dava etmekten görece uzak durdukları için; kadınlar, utançlarından, acaba ne derler korkusundan sustukları için, biz yurttaşlar, izlemekle mi yetineceğiz?
Yıldırım Türker yazdığında, "vicdanımızı" bizim için bize fısıldadığında, görmezden mi geleceğiz? Daha da kötüsü, Özkök gibileri, bu asker ve erkek toplumun sermaye egemenliği aygıtlarının kalemşorluğuna soyunup "vicdanımızın sesi"ni dillendirenlerin suskunluk kumkumasında boğulması için ellerinden geleni artlarına koymadıklarında, seyirci mi kalacağız?
Yanlış düşünüyorsun!
Seyirci kalmak, suçu ortak olmak olacaktır. O yüzden söz Türker'e geçmeden, birilerinin Özkök'e yanıt vermesi gerekir.
Biz söylemiş olalım. Evet, sordun diye, "Allah aşkına" söylüyorum:"Özkök, yanlış düşünüyorsun!" (SE/EK)