Osmanlı’nın vergi memuru, Trabzon- Maçka köylerinde vergi toplamaya çıkar. Akşam olunca konaklamak için Sümela Manastırı’na uğrar; Papaz ahbabıdır. O gece orada kalıp sabah uzak köylere gidecektir. Sabah hava günlük güneşliktir ama Papaz: Bugün gitme der, öğleden sonra çok yağmur var. İnanmaz memur. İddiaya girerler. Öğleden sonra inanılmaz yağmurlar yağar. Vergi memuru bir camiye sığınır. Geceyi orada geçirip sabah işine devam edecektir. Sabah hava güzeldir ama o tedbiren imama sorar: Hava bugün nasıl olacak İmam Efendi? Valla ben bilmem Allah bilir der İmam. Çok sinirlenen vergi memuru: Ulan elin papazı biliyor da sen neden bilmiyorsun diye haşlar imamı. Ne yapsın gariban imam; o yıllarda Sümela manastırında iki adet barometre vardır, Papaz’ın işi kolay tabi. Bu hikayeyi de yıllar sonra Maçka Ortaokulu’nda o barometreleri kullanan bir dostumdan dinledim.
Bu hikayeyi neden anlattım? Ülkemizde son yıllarda ardı ardına yaşanan afetlerle sıkça karşılaşmaya başladık. Her basit doğa olayı afete dönüşüyor. Her gün bir sel, su baskını haberi geliyor. Dere yataklarına ve taşkın bölgelerine kurulan organize sanayi bölgelerini sular basıyor. Yollar ve köprüler yıkılıyor, metropollerde evler su altında kalıyor. Kentler ve insanlar; artan nüfus ve bina yoğunluğunun doğal sonucu betonlaşmaya paralel olarak daha büyük bedeller ödüyor, canından malından oluyor. Kent merkezlerinde, alt geçitlerde biriken sularda mahsur kalıyor. Ülkeyi ve mega kentleri yönetenler, küresel ısınmanın sonucu diyerek işin içinden sıyrılmaya çalışıyor: “İstanbul’un altyapı sorunu yok ama küresel ısınma var maalesef “, “selin nedeni yapılaşma değil küresel ısınma, beş yüz yıldır böyle yağmur yağmadı”, “otoyolun çökmesinin, köprünün yıkılmasının nedeni küresel ısınma”, “trenin devrilmesi küresel ısınma, 145 yıldır böyle yağmur yağmadı”, “HES lerin bir suçu yok, derelerin kuruma nedeni küresel ısınma”, “ormanların yanma nedeni küresel ısınma”. Anlayacağınız bu günlerde küresel ısınma her derde deva!
Gerçek olan şu ki; bizdeki afetlerin büyük kısmının küresel ısınmayla hiçbir ilgisi yok. Bilinen bilimsel ve teknik basit önlemlerle engellenebilecek her türlü olay bizim ülkemizde afete dönüşüyor. Her şeye kâdir olan ünlü politikamız sağ olsun; yaraları sarıp yolumuza devam ediyoruz! Ama yaralar iyileşmiyor, aksine her gün yenisi açılıyor. Sorumluluğu üzerine alan kimse yok; hayat eskisi gibi devam ediyor!..
Evet, küresel ısınma bir gerçeklik ve insanlığın geleceğini tehdit ediyor. Ama küresel ısınmanın önüne geçmek için Nisan 2016‘da 197 ülkenin ortak kararı olan Paris İklim Anlaşması’nın gereklerini yerine getirelim; sıcaklık artışının en büyük etkeni olan fosil yakıtlardan vazgeçelim, termik santral kurmayalım dediğinizde, işte orada dur! 179 ülke taraf olurken, biz taraf olmayan 18 ülke arasındayız. Üstelik, yerli- milli kaynaklar meselesi, enerjide dışa bağımlılık, gelişmekte olan ülke vb gerekçelerle daha fazlası yapılıyor.
Geçmişte bütün itirazlara karşın yapılmış olan birçok projenin yanlışlığı bu gün anlaşılıyor ama iş işten geçiyor. Olan ülkenin kaynaklarına oluyor.
Örneğin Rize’de denizin doldurulup kent yapılması… Şimdi Rize çöküyor ve kentin taşıması tartışılıyor.
Örneğin denizi doldurarak yapılan Karadeniz Sahil Yolu; her yağmurda yaşanan felaketlerin ana nedeni. Kentlerin önünü kesip, kentlerin su altında kalmasına neden oluyor. Köprüler yıkılıyor, yollar çöküyor. Yıllara yayılacak büyük bir ekonomik maliyetin kaynağı durumunda. Güzelim kıyılarımızdan olduğumuza mı üzülelim, giden ve gidecek olan milyarca dolara mı?
Denizi doldurarak yaptığınız ve yapmakta olduğunuz havalimanları var bir de. Japonların 1994 yılında Osaka-Kansai’de yaptığı dünyanın ilk deniz dolgu havalimanında yapıldıktan birkaç yıl sonra çökme meydana geldi. Dünya bilim ödülünü de alan amortisörlü sistemler icat ederek sorunu çözdüler ama 4 Eylül 2018’de tayfun nedeniyle yine sular altında kaldı. Yapmakla iş bitmiyor anlayacağınız. Her birinin dolgusu için kullanılan 100 milyon ton kayanın koparıldığı coğrafyanın bozulan dengesi, artan sel ve heyelanların da nedenlerinden biri ayrıca.
Karadeniz coğrafyasının her yerinden kuruyan dere görüntüleri geliyor artık. Ama HES inşaatları da olanca hızıyla sürüyor. Kuruyan dere yataklarındaki yapılaşmalar hızla artıyor ve imar aflarıyla yasallaşıyor. Coğrafyanın normal yağışlarının bile sele dönüşmesinin başlıca nedeni yapılaşma. Derenin tarihsel yatağının dikkate alınmaması. Taşkın bölgesi kavramının umursanmaması. Derelerin akış rejimini değiştiren HES uygulamaları.
Diğer yandan büyük kentlerde suyu absorbe edecek toprak kalmadı. Sular beton yollardan büyük bir hızla akışa geçiyor. Her yağmurda hayat felç oluyor ama yapılaşma ve betonlaşma devam ediyor. Kopya afetler birbirini izliyor. Yeni oluşan afet, eskiyi unutturarak istatistiki veriye dönüşüyor. O kadar sıklıkla oluyor ki artık, olayları TV’lerden izleyen halk, yeni olayı eski, bayat haber sanıyor. Çünkü her afetin ardından aynı demeçler veriliyor. Benzine, kısa aralıklarla aynı oranlarda zam yaparak, eski haber havası yaratılması kur nazlığı gibi.
Bir de çılgın projeler var Kanal İstanbul gibi. İleride yaratacağı çevresel, jeolojik büyük sorunlar uzmanlar tarafından sıkça dile getiriliyor ama dikkate alınmıyor. Aynı şekilde 3. Havalimanının zemin sorunları da yazılıp çiziliyor ama dinleyen olmuyor. Hepsi başlı başına bir yazı konusu. Kanal İstanbul’u bianet’te yazmıştım: ‘Kanal İstanbul: Şaka mı bu’. Yine yazmak gerekebilir.
Yanılmak istiyoruz ama Papazın barometresi çalışıyor. O vergi memurundan sakladı belki, ya da söyledi de memur inanmadı bilmiyoruz. Ama biz yıllardır açık açık söylüyoruz. Bu ülke hepimizin ve doğru bildiklerimizi söylemek de görevimiz. Bekleyip göreceğiz diyeceğim ama bilimin yanılması da olası değil. (Şİ/HK)