Sosyoloji, medyada ve düşünsel yaşamda çokça anılıyor. Topluma dair her konuda sosyolojiden söz ediliyor. Ancak çoğunlukla, ilgili tartışmalarda sosyolojik düşünmenin ve çözümlemenin güçlü olmayışına; onun yerine siyasal görüşlerin sosyoloji sosuyla sunulmasına tanık oluyoruz. “Nasıl bir sosyoloji?”, “hangi sosyoloji(ler)?” ve “neden bu sosyoloji?” gibi sorular ise, çoğunlukla yanıtsız kalıyor.
Auguste Comte, Herbert Spencer, Karl Marx ve Friedrich Engels, Émile Durkheim ve Max Weber gibi klasik dönem sosyologlarını kapsamlı bir biçimde ve özgün metinlerle tanıtan ve tartışmaya açan ‘Sosyolojik Düşünme ve Çözümleme’ kitabının 1. cildi işte tam da bu boşluğu doldurmak için birebir.
Prof. Dr. Kerim Edinsel’in büyük emek vererek tamamladığı anlaşılan bu kitap, önsözde belirtildiği gibi “belirli tarihsel-toplumsal birikimler ve koşullar içinde oluşan teorik düşünme ve çözümleme tarzlarını düşünsel öncülleri, ortaya çıktıkları dönemin toplumsal koşulları, incelenen düşünürlerin yaşam koşulları ve bilgiye duydukları ilginin amaçlarıyla ilişkili olarak” gösteriyor.
Bu sayede okuyucular “belirli bir mantıksal bütünlük içinde iç içe geçerek birbirini izleyen okuma adımlarıyla okuduklarını birbiriyle ilişkilendirerek yitirilmiş oldukları varsayılan ‘eski’ toplumsal yaşam dokularını ‘sosyolojik hayal gücüyle’ yeniden düşünme” olanağı kazanıyor.
Kitabın bu bağlamdaki pedagojik özelliğine ek olarak, eksik ya da yetersiz çeviriler nedeniyle Türkiye’de yanlış bilinen ve hatta yanlış biçimde kavramsallaştırılan kimi yaklaşımların sunumu, çalışmanın bir diğer artısı.
Bunun dışında, kitabın, genel olarak, incelenen sosyoloğun tarihsel dönemi, yaşamı, kişilik ve eserleri; sosyolojisinin (sosyolojik düşünme ve çözümleme tarzının) temel kavramları ve yöntemi; eleştiriler ve etkiler şeklinde özenli bir biçimde bölümlendirilmesi, altbölümlendirilmesi ve özetleyici şekil ve tabloların kullanımı, kitabın okur tarafından alımlanmasını ve karşılaştırmalı okumayı kolaylaştırıyor.
583 sayfalık kitabın 229 sayfasının Marx ve Engels’e ayrılması, bu iki düşünürün toplumbilim açısından önemini göstermekle kalmıyor; aynı zamanda yazarın bu iki öncüye ne kadar emek harcadığını da gösteriyor. Her bir bölümü, ele alınan sosyoloğun sosyolojisinin en temel düşüncesini ifade eden deyişlerle açılan kitabın 5 bölümü, kitapta geçen seçilmiş ana düşüncelerle ve kitapta verilen bilgiler temelinde incelenen sosyologların sosyolojileriyle ilgili değerlendirmelerimle birlikte aşağıdaki gibi:
Auguste Comte (1798-1857): “Önleyebilmek İçin Öngörmek, Öngörebilmek İçin Bilmek”
Bölüm, Comte öncesinde Galile ve Descartes’la açılıp toplumsal düzen üzerine düşünce üreten Thomas Hobbes, Thomas Morus, Tommaso Campanella, Erasmus von Rotterdam, Niccoló Machiavelli, Francis Bacon ve Adam Smith gibi isimleri anıyor; Comte’un öncülleri olarak Descartes’ın ‘Doğru Akıl Yürütmenin Kuralları’ndan başlayarak 18. Yüzyıl aydınlanmasını, Fransız Devrimi’ni ve bir dizi düşünürün yanısıra Rousseau, Voltaire ve Kant gibi Aydınlanma düşünürlerinin görüşlerini özetliyor.
Saint-Simon’un bir süre asistanlığı yapmış olan, çalışanların uyumlulaştırıldıkları ‘ideal bir düzen’ için ‘pozitif’ fanteziler üretmekten geri durmayan Comte’un ilerlemeci ve indirgemeci yaklaşımı, Türkiye’de çeşitli kesimler tarafından düzünden (devlet laikliği eksenli kimi görüşler) ve tersinden (“mağdurum da mağdurum” diyen iktidar çevreleri) bir biçimde yaşam buluyor. Comte, tersten ve düzden ‘makbul sosyoloji’ yapmak isteyenlerin can simidi.
‘Toplum mühendisliği’, seçkincilik, toplumu her zaman geçerli olan yasalarla açıklayan evrenselci bakış ve toplumbilim yöntemini doğa bilimlerine yaslamak gibi öğelerle ilişkilendirilen Comte’a göre, toplumsal ilerlemenin öngörülebilir evreleri var ve her toplum aynı evrede değil; kimileri, geri; kimileri, daha ileri. Comte, bu evrelendirmeyi toplumdaki ekonomik ilişkilere değil, mutluluk arayışı ve aklın gelişimi gibi düşünsel öğeler ile insan ömrünün süresi ve nüfus artışı gibi demografik öğelere dayandırıyor. Comte’un sosyolojisinde görülen aklın egemenliği, burjuvaziyi ilerlemenin motoru yaparken; akıl tarifi, çoğulculuğu dışlıyor.
Teolojik, metafizik ve pozitif hâl ya da aşamaya dayanan ‘3 hâl ya da 3 aşama yasası’, bilimlerin sosyolojiyi en üste koymak üzere bir hiyerarşisini sunan ‘ansiklopedik yasa’yla birlikte, Comte’un en bilinen kavramsallaştırmaları arasında. Comte, 3 hâl yasası üzerinden dinler tarihiyle bireysel tarihi harmanlamış oluyor; bireyin tarihiyle toplumun tarihinin koşut (paralel) olduğunu ileri sürüyor. Ona göre, toplumlar da, bireyler de bu 3 aşamadan geçiyor. Yazar, bu 3 aşamayı bir tabloyla özetleyip bir diğer tabloyla örneklendiriyor.
Dinle bilimin karşı karşıya getirilmesi, batıl inançlarla mücadele ve bilimin üstünlüğü gibi izleklere eklemlenen Comte sosyolojisi, Aydınlanma düşüncesindeki ilerlemeciliği şematik bir biçimde kavramsallaştırmaktan öteye geçmiyor. Tıbbi/biyolojik modele bağlı kalıyor; toplumu organizmaya benzetiyor ve hastalıklarına ya da daha doğru bir deyişle patolojilerine eğiliyor. Bunun eleştirilecek bir sonucu, sağlık yapıcı öğeler yerine ‘hastalık’lara odaklanması.
Yakın dönemde ortaya çıkan ‘pozitif psikoloji’ akımının eleştirdiği bu yaklaşım, Comte’un ‘pozitif bilimi’yle aynı sözcükte ortaklaşıyor; ancak ‘pozitif’ kavramından anladıkları farklı. Pozitif psikoloji, bireye olumlu açıdan bakıp psikolojik zorluk durumlarında, ondaki güçlü yanları öne çıkarmaya ve bunları daha da güçlendirmeye odaklanırken; Comte’daki ‘pozitif’ kavramı, ‘dinsel olan’ ve/ya da ‘tanrısal olan’dan kopuşa karşılık geliyor.
Comte’un sosyolojiye en önemli katkısı, teolojik ve metafizik düşünme biçimleri yerine, sosyolojiye daha sonra Durkheim’ın ‘Sosyolojik Yöntemin Kuralları’ adlı eserinde ayrıntılandırdığı gözleme ve deneye dayalı, bugün farklı açılardan eleştirdiğimiz ‘pozitif’ anlayışı yerleştirmiş olması. Öte yandan, Comte sosyolojisi, kapitalizme, toplumsal adaletsizliklere ve sömürgeciliğe göz yumuyor. Çizdiği genel çerçeve dışında, uygulama düzeyinde kapsayıcı ve açıklayıcı olmaktan uzak. Birçok ulus-devlette ve geç bağımsız olmuş eski sömürgelerde hâlâ etkileri görülmekte; ancak akademik sosyolojide etkisi, siyasetteki etkisine göre daha zayıf. Comte’un Avrupa-merkezci ve ırkçı oluşuna ek olarak (bkz.s.39), cinsiyet ayrımcılığına dayanan görüşleri de (bkz. s.58-59), bugün akademide kabul görmemesinin başlıca nedenlerinden. Yine de, ‘makbul sosyoloji’, yukarıda belirtildiği gibi, tersinden ya da düzünden olmak üzere ondan yararlanmaya devam ediyor.
Herbert Spencer (1820-1903): “En İyi Uyum Sağlayanların Hayatta Kalışı”
Bir diğer düzen sosyoloğu olan Spencer, biyolojideki evrim kuramını topluma uyarlamasıyla tanınıyor. “Bırakınız yapsınlar”cı anlayışla dirsek temasında olan bu bakışa göre, toplum, müdahale edilmezse kendi dengesini bulacaktır. Ezilenlere yardım eli uzatılmamalı; telafi düzenekleri işletilmemelidir; çünkü toplumda zaten en iyi uyum sağlayanlar ayakta kalır; başka türlü, sonuç, kaynak israfı ve verimsizlik olacaktır. Spencer, ayrıca toplumları karşılaştırmakta ve onları yine ilerlemeci bir anlayışla evrim sürecindeki gelişmişlik düzeylerine göre sınıflandırmakta. Yazar, Spencer’ın evrim anlayışının öncüllerini, sosyolojisinin temel yapı taşlarını ve bilgi temellerini açıklıyor; Spencer’ın ilk basit toplum, geçiş toplumu ve en gelişmiş toplum biçimindeki üçlü sınıflandırmasına bir tabloyla açıklık getiriyor.
Karl Marx (1818-1883) ve Friedrich Engels (1820-1895): “İnsanın İnsana Yabancılaşmaması için Dünyayı Değiştirmek”
Dipnotları ana metin kadar önemli ve hatta kimi sayfalarda ondan da önemli olan Marx-Engels bölümü (örneğin, Marx ve Aydınlanma dipnotu, s.112), yöntem olarak diyalektiğin, Kapital’in diyalektik yöntemle sunuluş tarzının ve Marx’ın ‘bilim mantığı’nın anlatıldığı ilk altbölümlerde yorucu olsa da, ilerleyen sayfalarda daha anlaşılır ve akıcı olmaya başlıyor. Özetlenmesi mümkün olmayan çokça konuya girilen bölümde, Marx ve Engels’e göre burjuvazi ile proleterya arasındaki çelişkileri özetleyen dizelge (s.226-227) oldukça önemli.
Bu dizelgeyi açıcı ve anlamlandırıcı olarak toplumsal sınıfların kültür, yaşam tarzı, gelenek ve sosyal hareketlilik gibi iktisadi, kültürel ve politik mücadelelere bağlı olarak değişebilen ‘kendisi için sınıf olma’ parametrelerine özgün kaynaklardan yapılan alıntılarla getirilen açıklamalar oldukça aydınlatıcı. Bu sunum tarzı, sınıf çelişkileri sorununu daha kapsamlı düşünmemizi sağlıyor. Aynı şekilde oldukça ayrıntılı ve aydınlatıcı bir dizelgeyle (s.281-284) Marx ve Engels’in yapıtlarında yabancılaşma kavramının izi sürülmekte.
Marx ve Engels’in binlerce sayfalık yapıtlarını basitleştirerek anlatmak gibi güç bir işe girişmiş olan bu bölümde, kapitalist sanayileşmenin eleştirisi; sömürü, karakter maskeleri ve endüstriyel patolojiler, fetişizm ve yabancılaşma başlıklarıyla ele alınıyor. Karakter maskeleri bölümü, sosyolojideki rol teorileri ile ilişkili olarak dikkate değer.
Bölümün diğer altbölümlerinde insanın özü/özsel gelişimi, altyapı-üstyapı diyalektiği, ideolojiler ve bilinç, toplumsal sınıflar, din ve toplum, eğitim, bilim, teknik, devrim, gelecek projeksiyonu olarak komünist toplum ve “toplumsal gelişimin sosyolojik bir tarih felsefesi olarak” yapılandırılması anlamında ‘tarihsel materyalizm’ gibi çokça tartışılan ve tartışılmaya değer olan kavramlar öne çıkıyor.
Bunlar içerisinden belki de bulunduğumuz coğrafya açısından en önemli olduğunu söyleyebileceğimiz iki izlek ise, Asya tipi üretim tarzı (s.201-204, 207, 210) ve din (235-250). Bir bölüm başlığı olarak değil, bir başka başlığın (“İnsanın Özü, İnsan, Doğa ve Toplum İlişkisinin Temel Kavramları ve İlişkileri”) altında ele alınan ilk konuda, gönderme yapılan kaynaklardan da bilindiği üzere, hâlâ tartışılacak çokça nokta var. Asya tipi üretim tarzı kavramsallaştırmasının Marx ve Engels’e yönelik Avrupa-merkezcilik eleştirisinin çıkış noktalarından biri olduğunu bu noktada anımsamakta yarar var. Dikkatli bakıldığında, Marx ve Engels’in kendilerinin de kuram ve pratik siyasal örgütlenme açısından (iktisadi) ‘Avrupa bakış açısı’nın baskınlığının farkında oldukları anlaşılıyor (s. 207 ve 249, dipnot 109); fakat Marx ve Engels’e dayalı toplam kavrayışta sonuçta dünya, Avrupa ve diğerleri biçiminde kavramsallaştırılmış oluyor.
İkinci konu olan din konusunda ise, önemli tartışmaların sunulduğu görülüyor. Marx’a göre “dinin eleştirisinin neden her türlü eleştirinin önkoşulu” olduğu anlatıldıktan sonra (s.236), Türkiye’de kapitalizm ve İslam üzerine fikir yürütmek için, Yaşar Nuri Öztürk ve İhsan Eliaçık’lı dipnotlarla (s.238-239) kimi düşünceler dile getiriliyor. Dini ve kapitalizmi reforme eden Martin Luther’le köylü dindarlığının isyancısı olan Thomas Münzer’in arasında kurulan karşıtlık (s.243-245), Türkiye’deki ilgili tartışmalar açısından düşündürücü. Marx ve Engels’in bu konuya fazla zaman ayırmamış olduğu bilinse de, kitapta onların İslam ile ilgili yorumlarına yer veriliyor (s.247-249).[1] Yazarın Marx-Engels anlatımıyla, bu iki düşünürde Weber’in daha sonra ortaya atacağı Protestan Etiği kavramsallaştırmasına rastlıyoruz (s.244, 270, 276); ancak bir farkla, sınıfsal bakışla.
Dinle ilgili tartışmalarda, ayrıca, Marx ve Engels’in “teknik,bilim ve teknoloji geliştikçe, toplumsal yaşam ilişkilerinden kaynaklanan zihinsel tasavvurların gizemleri açıklandıkça tanrıların ve Tanrının toplumsal yaşamdaki konumları ve rolleri giderek değişecek ve azalacaktır” biçimindeki iyimserliklerine tanık oluyoruz. Ancak bunun ön koşulunun insanın ‘pratik ve duyumsal’ olarak engellenmemesi, “bilimsel ve teknolojik bilginin geniş halk kitleleri tarafından ulaşılabilir ve doğal ve toplumsal ilişkilerle ilişkili olarak kavranabilir hale gelmesi” olduğunu görüyoruz (s.246-247). Güncelle ilgili bir diğer tartışma olarak, kitapta, küresel kriz de Marx ve Engels’in görüşleriyle harmanlanıyor (s.286-287).
Emile Durkheim (1858-1917): “Sosyal Olanı Yalnızca Sosyal Olanla Açıklamak”
Durkheim’daki “kişilerarası veya toplumsal kuralları tanımayan” ‘bencil bireycilik’ ile “toplumsal kuralları benimseyerek başkalarının çıkarlarını da gözeten” ‘rasyonel ahlaki bireycilik’ ayrımı (s.358-359) dikkat çekici. Daha sonra sosyal psikolojide ortaya çıkacak bireycilik-toplulukçuluk araştırmaları da, bireyciliğin tek boyutlu değil çok boyutlu olduğu; diğer bir deyişle, bir insanın bir ilişki alanında bireyci olabilecekken başka bir alanda toplulukçu olabileceği sonucuna varıyor.
Durkheim, eğitimin amacını bu düşünceden hareketle hem bireysel hem de toplumsal becerilerin kazanılması olarak değerlendiriyor. Ülkemizde 12 Eylül’ün Atatürkçülük görüntüsündeki Türk-İslam sentezciliği adına yaptığı binbir kötülükten biri de, zorunlu din dersleri aracılığıyla din ile ahlakın özdeşmiş gibi gösterilmesi oldu. Bu nedenle, Durkheim’ın toplum ve ahlak üstüne düşünce üretmesi, onun ilk bakışta bir muhafazakar olduğu gibi yanlış bir kanı edinmemize yol açabilir. Oysa o, laik bir ahlak kavramsallaştırmasına ve toplumsal vicdana odaklanıyor.
Kitapta Durkheim’ın mekanik ve organik dayanışmaya dayalı alt toplum-üst toplum ayrımı, temel sosyal birim, başat hukuk türü, sözleşme ilişkileri vb. noktalar açısından çizelgelerle başarılı bir biçimde sunuluyor (s.372-373). Durkheim, ekonomik krizleri Marx ve Engels’in tersine, ‘ahlak’ konusuna odaklı olarak toplumsal bağların çözülmesiyle, toplumsal bir patoloji hâliyle (ya da anomi hâliyle) açıklıyor (s.374). Bu yönüyle, gerici ve kapitalist iktidarlara payanda olma potansiyeli taşıyor.
Durkheim sosyolojisi, toplumsal sözleşme, toplumsal kurallar, toplumsal düzenlemeler vb. kavramsallaştırmalarla sınıfsal çelişkileri göz ardı eden bir noktada konumlanıyor. Kitaptaki dizelgede gösterildiği gibi (s.377-378), Durkheim, sınıf çatışmasının nedenleri olarak “çalışanların kendi çıkarları için mücadele etme araçlarına yeterince sahip olmaması”, “doğal yetenekler için eşit koşulların olmaması”, “eğilim ve yeteneğe göre meslek seçememe” gibi nedenleri sıralarken; çözüm olarak “zayıf birey ve grupları koruyucu önlemler”, “herkes için dış koşulların eşitlenmesi ve fırsat eşitliği”, “ödüllerin adaletli bölüşümü ve işin çalışanın eğilim ve yeteneklerine uygun olması” gibi önerilerde bulunuyor. Bu açıdan diyebiliriz ki, Keynes’in kapitalist ekonomi için yaptığı restore etme işlevinin bir benzerini reel politikayla kişisel olarak ilgilenmediği bilinen Durkheim’ın sosyal demokrat önerilerinde görüyoruz.
Bölümün ilerleyen sayfalarında, Durkheim’in bugünkü araştırma yöntemleri derslerinin temelini oluşturan yöntemi (örneğin, bağımlı ve bağımsız değişken ayrımı), intiharla ilgili çalışması, eğitimle ilgili görüşleri ve din, hukuk ve mülkiyet ile ilgili çözümlemeleri yer alıyor. Durkheim’ın da, sorunları toplumsal çelişkiler yerine, ahlak kaybı, bencillik, toplumsal kuralsızlıklar ve din ve toplum ilişkisi gibi konulara bağlaması dolayısıyla ‘makbul bir sosyoloji’ ürettiğini söyleyebiliriz.
Kendisinin ‘Sosyalizm’ kitabındaki sosyalizm karşıtı görüşleri de biliniyor. Bu açıdan, Durkheim’i dini bir muhafazakâr olmasa da günümüz açısından kapitalist bir muhafazakâr olarak adlandırmamız olası. O, meslek örgütleri başta olmak üzere sivil toplumun güçlendirilmesini talep etmekten öteye geçmiyor. Yazarın da eleştiriler bölümünde belirttiği gibi, kapitalizmin “değişik ülkelerdeki ‘cumhuriyet’ üstyapılarıyla”, Durkheim’ın çözülmesini dile getirdiği sorunları nadiren çözebildiği biliniyor.
Max Weber (1864-1920): “İnsanlığın Makûs Talihi Olarak Yaşamın Rasyonelleşme Tarihi”
Bu bölüm, Weber sosyolojisinin merkezi kavramı olan ‘rasyonalite’nin irdelenmesiyle açılıyor ve Weber’in ‘anlayıcı’ sosyolojisini bireysel ve sosyal edimleri anlamak açısından ele alıyor. Bu bağlamda, anlamayı kolaylaştıran dizelge ve çizelgelerle, Weber’in bilim yöntemi açısından ‘anlam’, ‘anlama’ ve ‘açıklama’dan ne anladığı tartışılıyor. İlerleyen bölümlerde sosyolojik çözümlemenin yöntemsel aracı olarak ideal tipler, kuruluş ilkeleri ve işlevleriyle aktarılıyor.
Weber’de bir diğer merkezi kavram olan ‘yaşamı yürütme ve yönetme’ biçiminin irdelenmesinden sonra sosyal edimlerin ‘topluluklaşma’ ve ‘toplumlaşma’ biçiminde birlikteleşmesinden egemenlik düzenlerine ve Batı’da kapitalizmin oluşumuna geçiliyor. Son bölümlerde ise Weber açısından ‘dünya dinlerinin iktisat ahlakı’ ve ‘modern kapitalizmin sonuçları’ inceleniyor.
Gençlik yıllarında, göçmenlik karşıtı bir ırkçı olan Weber’in kendini bir burjuva olarak tanımlaması ve hayatta hiç ekonomik zorluk çekmemesi gibi bilgiler, zaten Weber’in nasıl bir sosyoloji kurguladığı üstüne net bir fikir veriyor. Öte yandan, karşılaştırmacı bakış açısıyla gerçekleştirdiği Doğu-Batı çözümlemeleri üstüne daha fazla tartışmak gerekiyor.
Batı’nın kalkınmasını rasyonaliteye (ve rasyonel kurumlara) bağlayan bu ikici anlayışa yönelik bugün çokça eleştiri bulunuyor. Ayrıca, Weber’gil ikiciliğin ‘medeniyetler çatışması’ biçimindeki ‘makbul sosyoloji’ iddiasında hortlamasını da burada not etmeli.
Yöntem açısından bakarsak, kitapta, Weber’in yönteminin doğabilimlerine yaslanarak neden-sonuç ilişkileri ve evrensel yasalar arayışında olan sosyolojilerin yöntemiyle (örneğin Durkheim ve Comte’ınki) hangi açılardan farklılaştığı kapsamlı bir biçimde açıklanıyor. Ayrıca, Weber’in yönteminde merkezi bir rolü olan ‘ideal tip’ kavramsallaştırması, ideal tip oluşturmanın 8 ölçütüyle birlikte ayrıntılı bir biçimde ele alınıyor. Değişik ideal tip çeşitleri sıralandıktan sonra, arı tip kavramı sunuluyor. İlerleyen sayfalarda, meşru egemenliğin üç arı tipi olan yasal egemenlik, geleneksel egemenlik ve karizmatik egemenlik, bir dizelgeyle sunulurken (s.542), Weber’in ünlü Protestan etiği savına ve din, toplum ve siyaset ile ilgili çözümlemelerine yer veriliyor. Bir başka dizelgede, Weber’in sınıf kavramından tam olarak ne anladığı ayrıntılandırılıyor (s.546-547).
Weber’in Protestan etiği tezi ilk bakışta doğru gibi görünse de, İslami sermayenin yükselişi olgusunda olduğu gibi, politik anlamda egemen olan güçlerin kendi burjuvazisini yaratma olgusunu gözden kaçırdığı için, hatalı olduğu anlaşılıyor. Weber, Protestanlığın yükseldiği dönemde, Protestan politik güçlerin bu kesime desteğinin etkilerini gözden kaçırıyor. Burjuvazinin oluşumunu bireysel bir soruna (“seçilmiş kul ben miyim?”) indirgiyor ve kapitalizmin çok çalışanın kazandığı adil bir sistem olduğunu varsayıyor. Oysa Marx ve Engels’te görüldüğü gibi, Endüstri Devrimi’yle birlikte teknolojideki ilerlemeleri ve geçiş sürecindeki sınıfsal dönüşümleri gözardı eden bir sosyolojinin açıklama gücü kısıtlı oluyor. Üstelik, Weber’in Çin analizleri (örneğin, s.562) bugün tümüyle geçersiz görünüyor; Çin ekonomisi, Weber’in rasyonellik çuvalına sığmayacak bir biçimde fakat kapitalist olarak büyümeye devam ediyor.
Ayrıca, Weber, dinlerin her sınıfta ve kesimde farklı farklı deneyimlendiğinden haberdar görünmüyor. Oysa, Protestan fabrikatör için “seçilmiş kul ben miyim?” sorusu, Protestan bir işçi için aynı anlamı taşımıyor. Ezilenlerin ‘seçilmiş olma’ göstergelerinde şansları daha düşük.
Sonuç
Prof.Dr. Kerim Edinsel’in kitabı, metin içinde ve her bölümün sonundaki ‘eleştiriler ve etkiler’ altbölümüyle klasik dönem sosyolojisinin güncel sosyolojideki etkilerinin ve devamının izini kısmen sürüyor; fakat klasik sosyologları konu aldığından, Avrupa dışındaki ilgili düşünürleri ve yazarları kapsamıyor. Bu da çok doğal. Kitapta kimi sosyologların (örneğin Comte) Avrupa-merkezciliği zaten eleştiriliyor. Avustralya yerlileriyle karşılaştırma yapan Durkheim’da ve birçok dünya kültürünü ve dinini inceleyen Weber’de bile Avrupa-merkezciliği görüyoruz.
Marx ve Engels’i bir yana koyarsak, klasik sosyologların önemini yitirmesinin nedenlerinden biri, Avrupa sömürgeciliğinin 2. Paylaşım Savaşı’ndan başlayarak kan kaybetmesi oluyor. Asya’nın ekonomik ve siyasal olarak yükselişi de bu süreci hızlandırıyor. Ancak varolan sömürü düzenini idealize etmeye ve hatta kapitalizmi meşrulaştırmaya dayalı ‘makbul sosyoloji’nin tümüyle kan kaybetmesi sözkonusu değil. Diğer bir deyişle, “kral öldü yaşasın kral!”
Aslında Marx ve Engels, yalnızca toplumu değil toplumbilimcileri açıklamakta ve onları bir ölçüde değiştirmekte de başarılı oldu. Sınıf savaşımı, değişik biçimleriyle sosyologlar arasında da sürüyor ve toplum hareketlendikçe düşünceler de hareketleniyor. Yazarın kitabın önsözünde belirttiği gibi, maddi ve düşünsel önkoşulları, kavramsal ve yöntemsel bağlam ve sorunları ve ideolojik işlevleri dikkate alınmaksızın, anlaşıldığı sanılarak sıkça alıntılanan ve ‘makbul’ olarak tekrarlanan klasik kuramlar, bizi bilim ve yaşam pratiğine yabancılaştırıyor. Oysa eleştirel ve özgün bir sosyoloji geliştirmek için onların oluşumsal özünü kavramamız gerekiyor. Yazara bize bunları gösterdiği ve düşündürdüğü için teşekkür ederiz. Georg Simmel’i ve diğer 20. yüzyıl başı sosyologlarını konu alacak 2. kitap için ise şimdiden başarılar dileriz.
Kitabın Künyesi
Edinsel, K. (2014). Sosyolojik Düşünme ve Çözümleme 1: Etkenler, Oluşum Süreçleri ve Etkiler. Auguste Comte, Herbert Spencer, Karl Marx ve Friedrich Engels, Emile Durkheim, Max Weber. İstanbul: Kabalcı.
[1] Bu iki düşünürün Osmanlı’yla ilgili görüşlerini okumak için Taner Timur’un ‘Marx-Engels ve Osmanlı Toplumu’ (Yordam, 2012) kitabına bakılabilir.