“Mezarlığa doğru uzayan patikada, tozlu devedikenlerinin arasında yürüyordum. Tepeden tırnağa tere batmış ve yorgundum. Gözlerim, tanıdık bir şeyler arıyordu; ama hiçbir şey eski yerinde değildi: ne küçük, şirin evleri süsleyen bahçeler ne iri yaprakların arasında mor salkımları saklayan üzüm bağları ne avlulardaki salıncaklar ne de sokaklarda çınlayan çocuk sesleri… Hiçbir şey bildiğim yerinde değildi; Deli Zekiye’nin geçtiği yere yapışan yoksulluk kokusu bile.”
Remziye Arslan’ın on iki öyküden oluşan Keder Perileri kitabına adını veren öyküsü böyle başlıyor.
Ütopya yayınlarından çıkan kitapta yer alan diğer öyküler gibi bu öykü de göç üzerine.
Öykünün ilk cümlesinin mezarlığa doğru uzanan bir patika ile başlaması, tesadüf olmasa gerek. Zira her göç biraz ölümü anımsatır, hele de bir sürgünle başlıyorsa, mecburiyse…
Göç, Türkiye için yeni bir olgu değil kuşkusuz. Kapitalizmin ve makineleşmenin kırsala girdiği 1950’li yıllardan bu yana, ülke nüfusu kırdan kentlere ve bir ölçüde de yurt dışına doğru akıp duruyor.
1950’lerde nüfusun yarısından fazlası kırda yaşıyorken bugün kır/kent nüfus oranını tersine çevirmiş olan bu sosyolojik olgu, sadece akademik entelektüel dünyanın değil, sanat-edebiyat dünyasının da ilgi odağı olmuş, öykülere, romanlara, filmlere, resimlere esin vermiştir.
Göç deyince aklımıza edebiyat ve sanat dünyasından Bekir Yıldız’dan Nuri İyem’e değin onlarca isim gelebilir.
"Olağanüstü Kürt göçü"
Yine de Arslan’ın öykülerinin bir ilk olduğu söylenebilir. Çünkü onun öykülerinin temasını yukarıda sözünü ettiğimiz genel anlamdaki göç değil, 1990’lı yıllar boyunca yaşanan “olağanüstü Kürt göçü” oluşturuyor.
Göçün bu yanının edebiyat dünyasındaki izdüşümleri henüz yok denecek kadar az. Keder Perileri bu nedenle önemli bir ilk olma özelliği taşıyor.
Toplum örgütlerinin kullandığı haliyle “zorunlu göç” olgusu, bir çok açıdan 1950’lerden bu yana yaşanagelen olağan göçten farklı özellikler taşıyor. Göçün nedeni ve göç süreci ilkinden hayli farklı.
Bölgede yaşanan şiddetin ve onun yol açtığı ekonomik çöküntünün etkisiyle hız kazanan ama esas olarak köylerin “güvenlik” gerekçesiyle boşaltılmasıyla dramatik boyutlara ulaşan zorunlu göçün en temel özelliği, ani ve kitlesel olmasıydı.
Göçe mecbur edilen insanlar, hiçbir hazırlık yapma fırsatı bulamadan ve maddi olanaklarının büyük bölümünü arkalarında bırakarak yaşadıkları köylerden, mezralardan bir gecede kopmuşlardı.
Kendileri böylesi bir göçe hazırlıklı olmadıkları gibi geldikleri kentler de onları karşılamaya hazırlıksız yakalanmış, yeni gelenlere yerleşme, barınma, istihdam gibi olanakları sunamamıştı.
Zorunlu göç uzunca bir süre resmen kabul edilmediğinden, bu felaketi yaşayanlar kendi kaderine terk edilmişti.
Bu sosyal yaranın boyutları, ancak hükümetin 2002 yılında zorunlu göç olgusunu kabul etmesi ve BM’den yardım istemesinin ardından ortaya çıkmaya başladı.
Önceki yıllarda insan hakları örgütleri konuyu gündeme getirmeye yönelik çeşitli araştırmalar gerçekleştirmişlerdi.
Resmen tanınmanın ardından devlet kurumlarınca da çalışmalar yapıldı ve tüm bu çalışmalar, sorunun ekonomik, sosyolojik, yasal ve demografik boyutlarına ilişkin belirli bir bilginin birikmesine katkı sundu.
Fakat kabul etmek gerekir ki, bu bilgi birikiminin, sıradan insanların, zorunlu göçten nasıl etkilendiğini bütün yönleriyle anlamamızı sağlaması beklenemez.
Araştırmalar, rakamlar dışında göçü anlamak
Böyle bir şeyin gerçekleşmesi için, işin içine sanatın-edebiyatın girmesi; olup bitenlerin, merkezinde insanın bulunacağı şekilde sanatın imbiğinden geçirilmesi ve böylece yeniden yaratılması gerekiyor.
İşte Arslan’ın, Keder Perileri’yle yaptığı da tam olarak böyle bir şey. Keder Perileri, araştırmalarda birer rakama indirgenen sıradan insanların dünyasını açıyor bize.
Hiçbir rakam bir insanın zorunlu olarak geride bıraktığı kasabasına bir gün geri dönüp de hiçbir şeyi yerli yerinde bulamayınca neler hissedebileceğini anlatamaz.
Oysa abartılardan arınmış son derece sade bir dille yazılmış kısacık bir öyküyle, bu insanın ruh dünyasına girmek mümkün olabiliyor.
Kitapta yer alan öykülerin en önemli özelliği, zorunlu göçe ilişkin resmi ya da gayri resmi anlatıların dışına çıkarak, tümüyle sıradan insanların son derece insani hallerine odaklanmış olması.
“Kertik” isimli öykü, köyünün geniş düzlüklerinden kopup Mersin’de daracık bir apartman dairesine hapsolan Seyran Hanım’ın, köyündeki bir bitkiye olan özlemini anlatır örneğin.
Seyran Hanım, günün birinde, köyünün yaylarına özgü kertik bitkisinin kokusunu duyumsamaya başlar ve sıkışıp kaldığı apartman dairesinin içinde, hayalle gerçek arasında bu kokunun peşine düşer.
“Berivan’ın Hatıra Defteri’nden” öyküsüyse aynı kaderi yaşayan bir kız çocuğunun kendi zihninin girdaplarında yitip gitmesini anlatır.
Öykülerin kahramanları çoğunlukla kadın ama tümümün değil. “Şahit”, işsizliğini ailesinden saklamaya çalışan bir erkeğin öyküsüdür örneğin.
Sabahın erken saatlerinde evden çıkıp geç saatlere değin uzak semtlerde dolaşarak işsizliğini gizlemeye çalışan adamın iç burkan yalanının bir tanığı vardır oysa.
Arslan'ın edebiyatı sosyoloji kökeninden başarıyla besleniyor
Öykülerin tümüne bakıldığında, sosyoloji kökenli bir edebiyatçı olan Arslan’ın, zorunlu göçe ilişkin gözlem ve araştırmalarını edebiyat yeteneğiyle ustaca harmanladığını ve rakamların dilini, edebiyatın temel evrensel unsuruna, insana tercüme etmeyi başardığını belirtmek mümkün.
Öyküler, “üç bin yerleşim yeri, üç milyon insan” ile özetlenen bir trajedinin, her insanın payına nasıl bir acıyla, imkansızlıkla, özlemle, kaybolup gitmeyle düşebileceğini yansıtıyor.
Yazarın tüm bunları yaparken, işlediği temanın özelliklerinden kaynaklı kolayca düşülebilecek tuzaklardan kaçınmayı başardığını da belirtmek gerekir:
Ne politik söylemin edebiyatı sömürgeleştirmesine izin vermiş, ne de anlattığı olayları dramatize etmeye kalkmış. Öykülerde sorunun politik kaynaklarına ya da nasıl çözüleceğine dair didaktik pasajlar bulunmadığı gibi romantik iyimserlikler de yer almıyor.
Yazarın bu tür kolaylıkların hiç birine itibar etmemesi, sonuç olarak okurun metinle ilişkisini de etkiliyor.
Öyküler, okurun karşısında kendini konumlandırmakta zorlandığı, tekinsiz, alt üst edici bir etkiye yol açıyor. Böylece zorunlu göçün, insan hayatı üzerindeki onulmaz izdüşümleri, daha derinden hissedilebiliyor. (HÇ/EZÖ)
* Kader Perileri, Ütopya Yayınları, Ankara, Nisan 2008.