Toplulukla kurduğu bağ sayesinde “özne” olabilen insan, bugün hızla bir izleyiciye dönüşüyor. Günümüzde akıllı telefonlar, sosyal medya platformları ve çevrimiçi etkileşimler hayatımızın vazgeçilmez bir parçası haline gelirken, ekranlara kilitlenmiş bakışlarımızla göz temasının azaldığı, birlikte düşünmenin unutulduğu bir çağda, etik özne de zayıflıyor. Homo Videos’tan Homo Dialogos’a uzanan bu yazı, dijital çağın dayattığı ‘sosyalleşme’ kriziyle insanlaşma arasında düşünsel bir köprü kurma denemesidir.
İnsan topluluk halinde yaşayan bir tür. Ne tek başına düşünebilir ne de kendini yalnız başına var edebilir. Aristoteles’in tanımladığı gibi “zoon politikon” yani siyasal ama aynı zamanda ilişkisel bir varlık olarak, kendini ancak bir başkasıyla, ötekinin bakışı ve diliyle kurabilir. “Ben”, hiçbir zaman yalnızca kendine ait değildir. Öteki(ler)nin dolayımıyla şekillenir, derinleşir, sınanır ve olgunlaşır.
Oysa bugünün dünyasında insan, bu topluluk hâliyle olan bağını yitiriyor. Göz göze gelmeden, konuşmadan, birbirine temas etmeden ‘yaşayan’ bir türe dönüşüyoruz.
Sosyalleşme, insanın etik özneliğinin önkoşuluyken artık yalnızca tüketim merkezli bir eşzamanlılık haline indirgenmiş durumda. Yalnızca aynı mekânda bulunuyor ama birbirimize dokunmuyoruz. Gittikçe, birbirimizin hayatında özne değil, daha çok figürüz.
Sanayi devrimiyle birlikte insanın toplumsal bağları köklü biçimde değişti. Durkheim, bu dönüşümü “organik dayanışma”dan “mekanik dayanışma”ya geçiş olarak kavramsallaştırdı.
Eskiden insanlar arasındaki bağlar, birbirinin farklılığını kabul eden ve bu farklılıkları tamamlayıcı bir topluluk ruhuna dayanıyordu. Oysa modern kent yaşamında bağlar, artık tektipleştirici, aynılaştırıcı, kişileri spesifik işlevlere indirgeyerek nesleleştirici hale gelerek ve biçimselleşti.
Mahalle, yerini apartmandaki kompartmanlara bıraktı. Köy meydanı, fabrika sirenine yenildi. Komşuluk, bugün aynı duvarı paylaşan ama birbirinin adını dahi bilmeyen kapı zillerindeki adların yan yanalığı. İnsanlar, yalnızca üretim bantlarında değil, gündelik hayatın içinde de parçalandı, birbirine yabancılaştı.
Belki de tam da bu yüzden, artık kimse kimseye “nasılsın” sorusunu gerçekten duymak için sormuyor. Çünkü duyacak zamanı yok. Yaşamak, birlikte yaşanılan bir şey olmaktan çıkıp bireysel performanslara bölünmüş bir hayatta kalma becerisine dönüştü.
Modern insanın dünyası, deyim yerindeyse büyüsünü kaybetti. Çünkü büyü, yalnızca doğada değil, insan ilişkilerinin derinliğinde saklı olan anlamdır. O derinliği sağlayan anlam, birlikte çalışarak, düşünerek, üreterek var oluyordu. Oysa günümüz dijital dünyasında, derinlik yerini yüzeyselliğe, kalıcılık anlık tatminlere bırakıyor.
Sosyal medyada hızla tüketilen içerikler, algoritmaların sunduğu geçici etkileşimler ve ‘beğenilerle’ ölçülen ilişkiler, bağların temelini oluşturan o 'büyülü' anlamı törpülüyor. Her şeyin anında erişilebilir olması, birlikte çaba harcama ve üretme sürecinin getirdiği anlamı da aşındırıp silikleştiriyor belki de ortadan kaldırıyor.
İnsan, yalnızca düşünen bir varlık değil, hisseder, yansıtır, taklit eder ve birlikte öğrenir. Henüz sözcükler yokken bile, bir bebeğin gözlerimize bakarak bizi anlaması, ayna nöronlarıyla olanaklıdır. Göz göze gelmenin yarattığı o ilk temas, yalnızca bir iletişim biçimi değil; insanlaşmanın kapısı aralar.
Ama artık o kapı giderek kapanıyor. Dijital devrimle birlikte göz temasını yitirdik. Bedenimiz, ekranların arkasında silikleşti. Sesimiz algoritmalara teslim, mimiklerimiz emojilere indirgenmiş durumda. Zihnimiz sürekli çeşitli ağlarla hiper bağlantıda, buna karşılık kalbimiz, doğası gereği, her zaman çevrimdışı.
Ayna nöronlarımız çalışmıyor. Oysa onlar olmadan duygudaşlık olmaz; duygudaşlık olmadan da etik yoktur. Neşe bulaşıcı olduğu kadar, acı da öyledir. Ama şimdi, ekrana düşen bir savaş görüntüsü karşısında gözümüzü devirmeden yemeğimizi yemeye devam edebiliyoruz. Tanıklık sıradanlaştıkça, kötülük de sıradanlaşıyor. Çünkü görsek de hissetmiyoruz, duysak da dokunmuyoruz.
Tam da bu yüzden, yeni bir ‘tür’ doğdu: Homo Videos. Gözleyen, izleyen ama müdahil olmayan, tanık olan ama hissiz kalan, izleyen ama susan insan. Artık acı çekenle bağ kurmak yerine, onu bir içerik olarak “tüketiyoruz.” Tüketimin bu biçimi ise bilinci keçeleştirerek ruhu çürütüyor.
Yalnızca savaşlara, işkencelere değil; yanı başımızdaki yoksulluğa, çocukların gözündeki çaresizliğe de dokunamıyoruz. Çünkü o gözlerle artık karşılaşmıyoruz. Göz göze gelmeyen insanlık, kalbe de ulaşamıyor. Böylece etik özne parçalanıyor, insan yalnızca işlevsel bir varlığa -ya da daha trajiği algoritmaların gözünde bir veriye- indirgeniyor.
Bu döngüyü kırmak ve yeniden 'Homo Dialogos'a dönüşebilmek için, ekranın ötesine uzanmaya, gerçek temaslar kurmaya ve birbirimizin hikâyelerine kulak vermeye cesaret etmeliyiz. Bireysel olarak daha fazla yüz yüze etkileşim aramak, dijital platformları daha bilinçli kullanmak ve toplumsal dayanışma ağlarını güçlendirmek, bu dönüşümün ilk adımları olabilir.
İnsan, kendisini yalnızca kendisiyle var edemez. Kişi, toplulukla birlikte var olur. Kendisini ancak ötekinin bakışıyla, sözüyle, tanıklığıyla ve ilgisiyle kurabilir. Birlikte yaşam, yalnızca mekânsal bir ortaklık değil; duygusal ve etik bir karşılaşmadır.
Oysa bugün, “topluluk” dediğimiz şey yerini yalnızca eşzamanlılığa bıraktı. İnsanlar bir araya geliyor ama birlikte hissederek yaşamıyor. Camide yan yana diziliyor, kafede karşılıklı oturuyor, sinema salonunda aynı filme bakıyor ama birbirine dokunmadan geçip gidiyor. Çünkü bu buluşmalar, ortak bir hayatı değil, aynı anda tüketilen bir anı imliyor.
Günümüz insanı, başkasının hayatında özne olmayı, zorlanmayı istemiyor. Derin bağlar kurmak riskli geliyor. Çünkü bağ kurmak, sorumluluk ister. Söz vermek; dikkat kesilmeyi, emek vermeyi gerektirir.
Oysa algoritmaların önerdiği ilişkilerde, emek değil hız, konfor ve geçicilik makbuldür. Bu iklimin oluşturduğu kültür içinde insan, başkasının gözünde bir özne değil bir profil, veri ya da içerik haline gelir.
İnsan, başkasıyla bağ kurmadığında, kendi özneliğini de yitirir. Birey, giderek kendi hayatının da seyircisine dönüşür. Yaşadığını zanneder ama yalnızca “görünür.” Acı çekenin acısını, sevinenin sevincini yalnızca “beğenir.” Zamanla, bedenine, ilişkilerine ve nihayetinde kendi hayatına bile yabancılaşır. İşte tam bu noktada nesneleşme başlar. İnsan artık bir özne değil, bakılan bir nesnedir. Gözetlenen, ölçülen, izlenen, istatistiğe dönüşen bir varlık.
Bağ kurmayan, yalnızca performans gösteren bir figür. Bu nesneye dönüşmüş figür, işkenceyi izleyip geçebilir, yoksulluğu gözetleyip unutabilir, bir çocuğun gözündeki travmayı fark etmeden uyuyabilir. Çünkü nesneleşmiş bir varlık, diğer nesnelerin acısına dokunamaz.
Toplulukla birlikte yaşamayı unutmuş birey, artık hayatla baş etme becerilerini de yitirmeye başlar. Birlikte düşünmeyen, üretmeyen, acı çekmeyen insanlar, yaşamın karmaşıklığı karşısında tek başına kalır. Oysa insan, krizler karşısında yalnızca kendi iç sesine değil, birlikte yaşadığı topluluğun ruhuna, ortak aklına güvenir.
Bugün yaşadığımız birçok ruhsal ve toplumsal sorunların arkaplanında, işte bu ortak aklın kaybı yatıyor. İnsan artık ne acısıyla baş edebiliyor ne de sevincini taşıyabiliyor. Sarsıldığında, tutunacağı bir topluluk yoksa, yönünü kaybediyor. Kriz anında bir dost değil, bir uzman arıyor.
Söz yerine reçete, bakış yerine randevu, dokunuş yerine tedavi talep ediyor. Uzmanlıklar, elbette hayati öneme sahip. Ama insanı iyileştiren yalnızca bilgi değil anlamdır, ilişki kurma biçimidir, duyulma ve görülme halidir yani yaşamı paylaştığı kişilerce tanınmasıdır.
İnsan, yalnızlaştıkça, kendini çözülmesi gereken bir problem gibi görmeye başlıyor. Oysa insan bir problem değil, yaşamı anlam üreterek hayatlaştıran bir olanaktır. Bir anlam varlığı olarak insan, bir başka insanın varlığıyla, sözüyle, sabrıyla, tanıklığıyla özneleşerek kişileşir. Ama bu kişileşme becerisi, ne okulda öğretilir ne tek başına kazanılır. Bu, birlikte düşünme, hata yapma, öğrenme gibi deneyimlerle kazanılır deyim yerindeyse hayatı paylaşan bir topluluk içinde yaşamakla olanaklıdır.
Topluluk çözülürken etik özne zayıflıyor, göz teması azaldıkça empati köreliyor, birey yalnızlaştıkça yaşamla baş etme becerileri aşınıyor. Bütün bu çöküşün karşısında bir direnç hattı kurmak mümkün mü? Evet, mümkün. Çünkü hayata güvenmek gerekir. İyimserliğe içkin bu hattın adı birlikte yaşama kültürü olabilir.
Çocuklar İçin Felsefe (P4C) ya da çocuklarla / topluluklarla felsefe, tam da bu noktada umut verici bir yaklaşım sunuyor. Çünkü P4C atölyeleri, yalnızca çocuklara düşünmeyi öğretmez; birlikte düşünmenin etik, sosyal ve duygusal boyutlarını topluluk olarak deneyimletir. Sınıfta başlayan bir P4C çemberi, aslında modernizm ile kaybettiğimiz topluluğumuzu yeniden kurma çabasına dönüştürebilir.
P4C’nin temel ilkelerinden biri olan işbirliğine dayalı düşünme (collaborative thinking), bireyleri karşı karşıya değil, yan yana getirir. Tartışmayı bir iktidar mücadelesine değil, ortak bir anlam arayışına dönüştürür. Sorular yarışmaz, bir araya gelerek düşünmenin debisi yükselir. Yanıtlar ezilmez, çoğalır.
Her birey, ötekinin düşüncesiyle kendi düşüncesini yeniden kurar, düşünceler ortaklaştırılarak anonimleştirilir. Böylece rekabet yerini dayanışmaya bırakır; çemberdekiler de nesne olmaktan çıkıp hem kendisi hem de diğerleri için özneye dönüşür.
Bu yöntemle kurulan çemberler, yalnızca felsefi bir etkinlik değil, aynı zamanda etik bir iddiadır: “Ben seni duyuyorum. Seni önemsiyorum. Seni anlamak istiyorum. Seni merak ediyorum.
Sözün, varlığına dair bir iz bırakıyor bende. Düşüncen benim düşüncemi dönüştürebilir. Sana kendimi açmak, seni zihnimde misafir etmek istiyorum.” Böylesi bir ortamı deneyimleyen birey, bir başkasının yaşamına dokunmanın, onu ciddiye almanın, sabırla beklemenin ve birlikte yol almanın değerini erken yaşta öğrenir. Bu deneyimin edindirdiği yaşama becerileri çemberle sınırlı kalmaz; yaşamın her alanına taşınır: işyerine, sokağa, ilişkilere ve nihayetinde yurttaşlığa.
Bugün, yaşadığımız ruhsal çürümeye karşı P4C bir “yama” değil, bir kurucu ilke olabilir. Çünkü P4C, insanı yeniden insan yapan şeyin, yalnızca bilgi değil; birlikte düşünme cesareti, birlikte yaşama arzusu ve birlikte iyileşme umudu olduğunu hatırlatır.
P4C atölyeleri yalnızca sınıf içinde yapılan pedagojik etkinlikler değildir; aynı zamanda toplumsal yaşamın yeniden örgütlenmesi için bir model önerisidir. Çemberdeki yataylık, herkesin söz alma hakkı, müzakere etiğine can veren dinleme kültürü ve birlikte anlam üretme çabası, modern toplumda kaybettiğimiz kamusal olanı ve demokratik etkileşimi yeniden kurmanın mikro düzeydeki pratiğidir.
Bu yönüyle P4C, pedagojik olduğu kadar siyasal bir eylemdir de. Sınıfta başlatılan bu çember, etik özneliği yeniden kurar; ama aynı zamanda okuldan işyerine, kamusal alandan yurttaşlık ilişkilerine kadar taşınabilecek bir dayanışma biçimini de temsil eder. Böylece P4C, yalnızca bir eğitim yöntemi değil, insanın yeniden insanlaşma imkânına açılan bir ilişkisellik çağrısıdır.
İnsan, ancak bir başka insanla birlikte düşünürken insanlaşır. Bir bakışla, sözle, sessizlikle kurar kendini. Ama şimdi bakışlarımız donuk, sözlerimiz yorgun, sessizliklerimizse kalabalık. Herkes herkese yakın ama kimse kimseye temas etmiyor. Kalabalıklar içinde yalnızız. İzliyor ama görmüyoruz.
Görüyor ama anlamıyoruz. Yan yana duruyor ama bir arada değiliz. Dünyayı bu hâliyle sürdüremeyiz. Çünkü hiçbir algoritma, bir çocuğun gözlerindeki anlamı taşıyamaz.
Hiçbir yapay zekâ, bir dostun gönlü ferahlatan cümlesine sinen “seni umursuyorum, benim için kıymetlisin” sözlerinin anlamının değerini hissedemez. Hiçbir içerik, birlikte düşünmenin doğurduğu Hakikatin yerini tutamaz.
Bu yüzden, şimdi bütün kriz zamanlarında olduğu gibi daha fazla birbirimizin gözlerine bakmaya, birbirimizi duymaya, birlikte düşünmeye, birbirimizin hayatına dokunmaya ihtiyacımız var. Artık zaman, Homo Videos’u ekrandan kaldırıp Homo Dialogos olmak zamanıdır: İzleyen değil, birlikte soran, düşünen, var olan, yaşayan insan olmak…
(MVB/EMK)







