Kapitalizm insanlığa bundan sonra ne verebilir?..
Bu sorunun yanıtı -öncesi de bir yana- 1980 sonrasında hayat tarafından verildi aslında. Sadece ideologları tarafından değil onun ideolojik yörüngesine giren kimi “Marksist”ler tarafından da “tarihin sonu”, “sanayi devrimini de aşan bilimsel-teknolojik bir devrim”, vb. olarak tanımlanan neoliberalizmin doğurduğu sonuçlar ortada.
Servet ile sefalet arasındaki uçurumun tek tek ülkeler yanında dünya ölçeğinde de büyüyüp derinleşmesi; işsizlik, yoksulluk ve gelecek güvensizliğinin -özellikle gençler arasında- patlama yapması; duygular dahil her şeyin metalaşması, insani değerlerin silikleşip kaybolması, yerlerini buz gibi soğuk bir bencillik, para ve çıkar dışında kendisini hiçbir değere bağlı hissetmeyen belkemiksizleşme, kültürel çoraklaşma, ahlaki çürüme ve çöküntünün alması; doğanın geri döndürülemez boyutlarda yıkımı, birbirini izleyen çevre felaketleri; siyasal-toplumsal alanda da keskin bir kutuplaşma, “öteki” olarak görülene karşı düşmanlık, ırkçılık ve faşizmin yükselişi; milliyetçi-emperyalist rekabet ve kışkırtmaların ürünü bölgesel çatışma ve iç savaşlarda artış... Tablonun kafalarda bir bütün olarak canlanmasını sağlamak amacıyla sayılan bu başlıklara kuşkusuz daha başkaları eklenebilir.
Bunların ortak bir özelliğini de her birinin en hafif nitelemeyle ‘olağanüstü’ olarak tanımlanmayı hak edecek boyutlara ulaşmış olması oluşturur.
Bu anlamda, işçi sınıfının devrimci Marksist önderlerinin, kapitalizmin üst ama aynı zamanda çürüyen aşaması olarak tanımladıkları emperyalizm aşamasına geçişinin başlarında teorik bir çıkarsama olarak dile getirdikleri “Ya barbarlık içinde çöküş ya sosyalizm” öngörüsü, günümüzde ete kemiğe bürünmüş somut bir gerçeklik olarak insanlığın karşısındadır.
Bu noktada, bilim ve teknolojide kaydedilen ilerlemeler, bu sayede insanlığın üretici güç ve yeteneklerindeki gelişme, üretimin dünya çapında toplumsallaşması gibi ‘olumlu’ gelişmelerin de üzerinden atlamamak gerekir. Bunlar da neoliberal birikim modelinin uygulandığı son 30-40 yılın gelişmeleri arasındadır ve yukarda andığımız dolaysız sonuçlar gibi ‘olağanüstü’ olarak nitelenmeyi hak edecek boyutlardadır. Yalnız işin sadece bu yönünü görerek neoliberalizmi, “emperyalizmi de aşan bir kapitalizm”, “sanayi devriminden de büyük bir devrim”, “bilimsel-teknolojik devrim çağı”, “onlarca yıl sürecek bir istikrar döneminin açılışı” vb. olarak niteleyen neo Bernsteinci yaklaşımlardan uzak durmak gerekir.
O olağanüstü bilimsel ve teknolojik gelişmelerin kimler tarafından nasıl kullanıldığı ve hangi sonuçları doğurduğu sorusunu sormak gerekli ve yeterlidir bu noktada. İnsanlığın üretici güç ve yeteneklerindeki olağanüstü gelişmeye ve üretimin dünya çapında toplumsallaşmasına karşın artı değer sömürüsünün katlanarak büyümesi, çalışma temposu ve koşullarının işçiyi tüketecek boyutlar kazanması, işsizliğin, sefaletin, gelecek güvensizliğinin, doğanın tahribinin, toplumsal yaşam üzerindeki burjuva devlet gözetiminin, silahlanmanın ve insanlığı felakete sürükleyecek daha başka tehlikelerin bu sayede nasıl korkunç boyutlar kazandığı gerçeği çıkar o zaman karşımıza.
Sonuç olarak kapitalizm bugün artık insanlığa ‘vermekten’ çok ‘almaktadır’. ‘Geliştirmekten’ çok tahrip edip ‘yıkıma uğratmaktadır’.
O zaman ne yapmak gerekir? İnsanlığın önündeki soru budur. Bu aynı zamanda işlerin çatallandığı noktadır. Bu soruya verilen yanıtları, özleri itibarıyla iki ana grupta toplayabiliriz:
Birinci grubu, kapitalizmin bazı yönlerini revize etmekle sınırlı ‘düzeltilmiş kapitalizm’ önerileri oluşturmaktadır. Finansal sermaye ve işlemlerden yüzde 1 vergi alınmasını savunan “Tobin vergisi” önerisinden ‘parayı ve değişim değerini efendi konumundan çıkararak, özel mülkiyete dokunmaksızın bireysel çıkarlarla toplumsal müştereklerin kolektif yönetimi arasında uyumlu bir ilişki kurulabileceğini’ düşünen David Harvey’e, “emperyalist devletler ve bankalara olan dış borçların ödenmemesini” savunan programlardan Kürt özgürlük hareketinin “demokratik özerklik” yönelimine de kaynaklık eden M. Bookchin’in “doğrudan demokrasinin uygulandığı ekolojik toplum” projesine kadar bir dizi öneri bu kapsamdadır. Aralarında diğerlerine kıyasla daha ‘radikal’ çizgiler taşıyanlar olmakla birlikte bunların tamamı kapitalizmin sınırları içinde kalan, sistem olarak onu köklü (bütünlüklü) bir tarzda aşmaktan uzak reformist program ve önerilerdir.
İkinci kategoriyi ise, kapitalizme bütünüyle karşıt, onun hazırladığı maddi koşullar temelinde onu aşan devrimci alternatif arayışları oluşturur. “Arayışlar” şeklinde çoğul bir ifade kullanmış olmamıza karşın, bütünsel bir sistem önerisi olarak bu kategoride aslında sadece sınıfsız komünist toplumun alt (başlangıç) aşaması olarak sosyalizm alternatifi vardır.
Bunu Marksistlerin kendi tarihsel amaçlarını ‘biricikleştirme’ çabası olarak görmemek gerekir. Çünkü söz konusu olan yukarda başlıklar halinde saydığımız kötülüklerin kaynağını kurutmak ise, doğrudan bu kaynağın kendisini hedefleyen yani üretimin olağanüstü boyutlarda toplumsallaşmış olmasına karşın onun ürünlerinin özel mülkiyet konusu olmaktan çıkarılmasını amaçlayan tek stratejik yönelim sosyalizmdir.
Kapitalizmin üzerinde yükseldiği bu çelişkiye son vermediğiniz, yani üretim araçları üzerindeki mülkiyeti üretimin toplumsal karakterine uygun hale getirmediğiniz sürece ne toplumsal üretim süreçlerine bireysel kar amacının yön vermesinin önünü alabilirsiniz ne kapitalist rekabeti engelleyebilirsiniz. Bunları ortadan kaldırmadığınız sürece de değer yasasının işleyişinin, üretici güçlerdeki muazzam gelişmeye karşın insanlığın bolluk içinde yokluk çekmesinin, çalışma süresi ve temposunun azalacağı yerde daha da tüketici boyutlar kazanmasının, işsiz işçiler ordusunun sürekli büyümesinin, göçlerin, savaşların, doğanın vahşice yağmalanmasının, bir taraftan geliştirdiği üretici güçleri diğer taraftan büyük ölçeklerde yıkıma uğratan krizlerin, üretimin toplumsallaşmasına paralel olarak gitgide daha fazla proleterleşen toplumu denetim ve baskı altında tutma ihtiyacının büyümesi ve şiddetlenmesinin vb, vb. önünü almanız hatta sınırlayabilmeniz mümkün olmaz.
Her türlü sömürü ve eşitsizliğin ortadan kalkacağı sınıfsız komünist toplumun başlangıç aşaması olarak sosyalizm ise üretim araçları üzerindeki özel mülkiyete son vererek (“mülksüzleştirenleri mülksüzleştirerek”) işe başlamak zorundadır. Çünkü toplumun ihtiyaçlarını eksiksiz karşılayarak insanların yaşam kalitesinin yükseltilmesini amaçlayan bir üretim tarzını ancak bu adımı attığı taktirde hayata geçirebilir.
Dolayısıyla, kapitalist özel mülkiyet düzenini ortadan kaldırmayı hedeflemeyen ve bunu başa yazmayan bir sosyalizm düşünemeyiz. Bu anlamda sosyalizm sadece (ya da esas olarak) demokrasi sorununa, devletin olabildiğince hızlı bir biçimde tasfiyesine, eşitlik temelinde bir hukuk ve adalet sistemine, laikliğe, bağımsızlığa vs. indirgenemez. Çoğunun içerik olarak demokratik bir karaktere sahip olması da bir yana, Türkiye solunda sosyalizm hala bir tür ‘üstyapısal devrim’ sınırları içinde ele alınır.
Öte yandan sosyalizm sadece mülkiyet ilişkileri ve üretim tarzının değişimiyle sınırlı bir ‘altyapı devrimi’ olarak da anlaşılmamalıdır. Zorunlu başlangıç adımını bu oluşturmakla birlikte onun asli amacını bu değişim oluşturmaz. Sosyalizmde esas olan, insanın özgürleşmesi ve özgür gelişimidir. Onun temel amacı, insanın sadece maddi ihtiyaçlardan ibaret olmayan tüm gereksinimlerini karşılayarak kendisini istediği yönde özgürce geliştirebilmesinin koşullarını yaratmaktır.
Bunun gerçekleşebilmesi, eşitlik temelinde bölüşülecek toplumsal zenginliğin büyütülmesini, emekçilerin maddi ve manevi refah düzeylerinin sistematik bir biçimde yükseltilmesini, bireylerin kendilerine ayıracakları boş zamanlarının çoğaltılmasını gerektirir. İleri teknolojiye dayalı gelişkin bir sanayiye ve tarımsal alt yapıya sahip olmak haliyle bunun temelini ve önkoşullarından birini oluşturur. Fakat bu gerçeğe rağmen sosyalizm sadece sanayileşme ve kalkınma hamlesine indirgenemez. Sosyalizmin tarihsel amaçları doğrultusunda gelişme bölünmez bir bütündür ve bu bütünlük içinde tayin edici halkayı, işçi sınıfı ve emekçi kitlelerin inisiyatifi ve yaratıcılıklarının önünün sürekli açık tutulması oluşturur.
Bugün sosyalizmi ‘yeniden’ düşünmek gerekiyor! Buradaki ‘yeniden’ vurgusu iki anlama sahip: Birincisi, iflas etmiş olan kapitalizme karşı bütünlüklü tek devrimci alternatif olarak sosyalizmin düşünülmesi gerekliliğini anlatıyor. İkinci olarak ise, 1989 çöküşüyle noktalanan ilk büyük tarihsel yenilgisi yüzünden kaybettiği prestij ve güveni ona tekrar kazandıracak ‘yeni’ bir sosyalizm anlayışı ve projesine olan ihtiyaç kastediliyor.
Bunlar aslında birbirinden kopuk değil, diyalektik bir bütünlük ilişkisinin iki temel unsuru. Gezi dahil neoliberalizme karşı tepki birikimi ve alternatif arayışlarının yol açtığı son yılların bütün kitlesel başkaldırılarının -başlardaki bütün heyecan ve dinamizmlerine karşın- bir süre sonra sönümlenmekten kurtulamayışlarının belirleyici nedenini, harekete süreklilik kazandıracak somut bir program ve hedefler bütünlüğünden yoksunluk oluşturuyor. Bu tayin edici zaafa, parçayla sınırlı geçici yerel ‘çözümler’ yerine belirli bir bütünlük -ve tabii tutarlılığa- sahip evrensel bir çözüm aranacaksa eğer sosyalizm alternatifine yönelmek gerekiyor. Ancak sosyalizmin böyle bir kabul görebilmesi için, Marksist teorinin yanısıra 20. yüzyılın sosyalizm deneyimlerinin başarısızlıklarından çıkarılan devrimci derslerin de ışığında 21. yüzyılın ihtiyaç ve beklentilerine yanıt oluşturacak şekilde onu yeniden tanımlayıp çekim gücü yüksek somut bir programa -öncülerden başlayarak proleter yığınlara umut ve heyecan kazandıracak devrimci bir rüyaya- dönüştürmek gerekiyor. (HSA/HK)