Kötü günler geçiriyoruz... Yolsuzluklar, yoksulluklar, operasyonlar, siyasi cinayetler, pervasızlıklar... Ancak şunu göz ardı etmemek lazım ki ortada ne bir adaletsizlik, ne bir hukuksuzluk ne de demokrasi dışı bir hal mevcuttur. Aksine burjuva adaleti, burjuva hukuku ve burjuva demokrasisi tam da yaşadıklarımız gibidir. Kavramları karıştırmamak lazım. Yoksa kimden, ne adaleti talep ettiğimizi anlayamaz hale gelebiliriz. Burjuvazi iktidarı feodal beylerden aldığından beri hukuku mükemmel bir silah haline getirmiş ve kendi ruhban sınıfı olarak da hukukçuları seçmiştir. Liberalizm sayesinde de eşitlik, özgürlük, kardeşlik, demokrasi gibi kavramlar zihnimize burjuva tarzda kazınmıştır. Örneğin; burjuvazi "her insan özgür doğar" derken, Marks bunun safsata ve kandırmaca olduğunu öne sürerek "sınıflı toplumlarda insanlar özgür doğmaz, mücadele ederek kendi özgürlüklerini kazanırlar" demiştir. Veya liberalizme göre herkes eşittir, fırsat eşitliği vardır. Ancak ekonomik eşitlik olmadığına ve feodalizmden devraldıkları servetler ile yarışa açık ara önde başladıklarına göre eşit olsak ne fark edecek ki? Bütün mahkemelerde yazan "Adalet mülkün temelidir" iddiasındaki mülk kelimesinin karşılığının devlet olduğu öne sürülmüştür. Oysa "Adalet mülk sahipleri için vardır!" veyahut "Üretim araçlarının mülkiyeti kimdeyse adalet onundur!" şeklinde yorumlarsak hata etmiş olmayız. Bütün hukuk mekanizmasının, sistemin çarkının dönmesi için en önemli unsur olduğunu görmez ve kabul etmezsek; bir gün ağır ceza hakimi hakkımızda ceza tayin ederken takdir yetkisini ne yönde kullanıyor, hukuku mu baz alıyor hizmet ettiği sınıfın ideolojisini mi gayet açık olarak görürüz o zaman. Yalnızca son günlerde tanık olduğumuz davalar ve vaziyetleri bile bize hukuka tapmamamız gerektiğini, beklentilerimize burjuva hukukunu değil siyasi süreci dayanak yapmamız gerektiğini gösterecektir. Yoksa birileri çıkıp "Ne bekliyordunuz ki bu sistemden!" diye sorduğunda şaşırıp kalabiliriz. Bakalım son günlerde adalet mekanizmasında neler yaşanmış, değişen bir durum var mı bizler açısından:
* 21 Eylül 2010 sabahı evlerine ve parti binalarına baskın yapılarak gözaltına alınan, ardından tutuklanan SDP ve TÖP yönetici ve üyelerinin de aralarında bulunduğu 12 sosyalist halen Silivri Cezaevi'nde iddianamenin hazırlanmasını ve dava tarihinin belli olmasını bekliyor.
* DİSK genel başkanlarından Kemal Türkler'in öldürülmesine ilişkin dava zamanaşımı süresi dolduğu gerekçesiyle düştü. Kemal Türkler'in kızı Nilgün Türkler Soydan, babasını öldürdükleri esnada Ünal Osmanağaoğlu'nu gördüğünü belirttiği halde karar değişmedi.
* Sözde "Hayata dönüş operasyonu" ile ilgili davada 'Görev sınırını aşarak gayri muayyen şekilde birden çok adamı öldürmek' suçundan 39 er yargılandı. Ancak ölüm fermanını imzalayan dönemin Adalet Bakanı, Savunma Bakanı, İçişleri Bakanı, komutanlar ve hükümet yargılanmadı.
* Pınar Selek hakkında, yargılandığı 12 yıl boyunca iki defa beraat kararı verildi. Olayla ilgili olarak dört yılda 11 bilirkişi raporu hazırlandı. Bu raporların dördü patlamaya bir bombanın neden olmadığı, beşi bomba olup olmadığının belirlenemediği, yalnızca ikisi de bomba olduğu yönünde görüş beyan etti. 2008 yılında, İstanbul 12. Ağır Ceza Mahkemesi; "patlamaya bombanın mı, gaz kaçağının mı neden olduğunun tespit edilememesi" ve "kesin delil bulunmaması" gerekçeleriyle beraat kararı verdiği halde Yargıtay Ceza Genel Kurulu, Pınar Selek'in PKK üyesi ve yöneticisi olduğu kararını verdi ve onu ağırlaştırılmış ömür boyu hapse mahkûm etti.
* Mardin Kızıltepe'de evlerinin önünde babasıyla birlikte polis tarafından kurşunlanarak öldürülen Uğur Kaymaz'ın davası AİHM'e taşındı. Yargılanan dört polise "meşru müdafaa" nedeniyle verilen beraat kararı Yargıtay tarafından "Eylemin, meşru müdafaa sınırları içinde kaldığı" gerekçesi ile onandı.
* Kürt halkının iradesi ile seçmiş olduğu belediye başkanları ve yöneticilerin yargılandığı KCK davası anadilde savunma hakkının tanınmamasından dolayı 13 Ocak 2011'e ertelendi ve tahliye kararı çıkmadı. Yapılan Kürtçe savunmalar ise "bilinmeyen bir dilde konuştu" diye tutanaklara geçirildi.
* Hrant Dink'in katillerinin yargılandığı davada; Terörle Mücadele Kanunu ile Bazı Kanunlarda Değişiklik Yapılmasına dair 6008 Sayılı Kanunun 8. maddesinin, özel yetkili mahkemelerin görev alanını belirleyen CMK'nın 250. maddesine bir fıkra ekleyen değişikliğe dayanarak Ogün Samast'ın İstanbul çocuk mahkemelerinde yargılanmasına karar verildi. Devletimiz kendisine hizmet edeni sahipsiz bırakmadığını ve kolladığını bir kez daha göstermiş oldu.
Bu örnekler yalnızca son birkaç ayda ülkemizde yaşanan burjuva hukuk uygulamalarıdır. Ama kesinlikle hukuk skandalı veya hukuksuzluk değildir. Bu davalara benzer yüzlercesini sayabiliriz ki aslında mükemmel bir tez konusu bile olabilir. Burjuvazi o kadar pervasız bir sınıf ki; kendi hukukunu bile çiğnerken tereddüt etmemektedir. Çoğunlukla, kendi belirlediği çerçeveler bile yeterli gelmemekte, hukuk ile oyun hamuru ile oynar gibi oynayarak kendi mevcut hukukunu dahi ihlal etmektedir. Özellikle devrimci ve yurtseverleri daha fazla içeride tutabilmek ve marjinalleştirmek için hukuk silahı ustalıkla kullanılmakta ve önceden kanıksatılan "Şeriatın kestiği parmak acımaz" prensibi gereği halkımız hukuka tapmakta ve de kararları mutlak doğru kabul etmektedir. Bütün bunların üstüne "Devlet büyükleri(!)" hedef göstererek, teşhir ederek "Bunlar illegal örgüt" tarzı çıkışlar yapar, cemaatin polisi gizlilik kararı olan belgeleri takdim eder ve iktidar şımarığı cemaat basını benzeri içerikle haber yapar ve tam da bunun üstüne operasyon yapılır ve de teşhir edilenler tutuklanırsa "Bakın, gördünüz mü, biz demedik mi bunlar örgüt diye?" diyerek kendi sağlamalarını yaparlar. Kendin yaz kendin oyna; ne ala memleket! Memlekette işler böyle yürüyor. İktidar pervasızdır ve şımarıktır. Önceki iktidarlar zamanında da hukuk böyle idi, bize karşıydı, burjuvazi içindi. Şimdi tek fark pervasızlıktır. Sosyalistlerin ve yurtseverlerin yıllarca dayanaktan yoksun, mahkeme dışı verilen kararlar doğrultusunda, yıldırma saiki ile, intikam duygularıyla, düşmanca, sınıf kiniyle cezaevlerinde alıkonmalarının en önemli nedeni korkudur. Burjuvazi halen sosyalistlerden korkmaya devam etmektedir. Bütün bunları yaparken de kendi usul hukukunu bile uygulamak yerine halin icabına uygun yasalar çıkarmayı veya yasalarda değişiklik yapmayı yeğlemektedirler. Hani "usul esasa mukaddem" idi! Aşağıda son operasyonlardaki ihlallerden belli başlı olanları irdelemeye çalışalım: Tutukluluk; Ceza Muhakemesi Hukuku'nda bir tedbirdir ve ceza olarak verilemez. Ancak uygulamalarda gayet net görülmektedir ki; suçluluğu ispatlanmayan insanlar yıllarca hüküm verilmeksizin tutukevlerinde keyfi olarak alıkonarak ceza çektirilmektedir. Hakimler açısından hüküm vermek için ispat lazım geldiğinden ve temyiz ardından da AİHM süreci başlayacağından tutukluluğun devamı cazip gelmektedir. Ayrıca tutuklu açısından çıldırtıcı bir süreçtir yaşanan. Şayet hükümlü olsa "sayılı gün biter" diyerek zaman geçirecektir. Oysa tutuklulukta, her duruşma tahliye veyahut en azından karar için bir umut barındırdığı için içerideki kişinin psikolojisini alt-üst etmektedir. Bu kararı verenler bu durumu gayet tabi bilmektedir. Ortada bir iddianamenin olmaması ve dosyaya gizlilik kararı konması ise tamamen savunma hakkının gaspı için bulunmuş akılları sıra dâhiyane buluşlardır. Düşünsenize müdafilerin halini! Nasıl savunacaklar müvekkillerini? Suçlama nedir, isnatları nelerdir, deliller nelerdir, tanık kimdir bilmeden nasıl bir hazırlık yapılacak duruşmaya? Ancak en azından "sağ olsun" Cemaat Basını, hangi imkânlarla(!) temin ediyorsa artık, sayelerinde iddianamenin içeriğine ilişkin bilgiler edinebiliyoruz. Ceza Muhakemesi'nde iddia makamı olan savcı, sanık hakkında suçlamalarını sunar ve ispat yükümlülüğü ondadır. Şöyle ki; uygulamada tutuklu ve hükümlüler yıllarca suçsuz olduğunu ispatlamak için çırpınıyor, oysaki mevzu bahis suçu ispatlamak zorunda olan savcıdır. Karine sanığın suçsuz olduğu yönündedir. Savcının sanık ile ilgili tüm delilleri dosyaya eklemesi gerekmektedir. Bu durum Ceza Muhakemesi'nin sağlıklı yürümesi içindir. Ancak uygulamada yalnızca sanığın aleyhine olan delillerin dosyaya konduğu ve hatta gözünün içine dahi soksanız, sanığın lehine olan delillerin görmezden gelindiği aşikârdır. Yanlış anlaşılmasın; kesinlikle bu makalenin önermesi hukuksuzluk veya hukuk dışı çözüm arayışları değildir. Ortada bir kavram kargaşası ve birçok algı yanılsaması vardır. Bunlara çomak sokabilmektir gayemiz. Şu soru da cevabını bekleyedursun: "Adaletin bu mu Kapitalist Dünya!" (TD/EÜ)