Her şey olup bittikten 20 yıl sonra, Batı Avrupa'da ve ABD'de 1968'in izi gibi görülebilecek tek şey, "business" ve "art" dünyasında parlayan 40'larını sürmekte olan bazı yıldızlar olabilir. Sivil toplum 1968'in getirdiği bütün devrimci unsurları çoktan massetmiş, dönüştürmüş ve tüketmiş bulunuyor. Ancak, kronik bunalımlarla yaşayan, sürekli sermaye yetersizliği içinde çalışan sınıflarına üretimdeki artıktan daha fazla bir pay vermesi mümkün olmayan bir toplumda devrimcinin massedilmesi de zahmetli ve masraflı bir süreç. Türkiye'de bu işlem yirmi yıl sürdü. 5 bin ölüye, bunun birkaç katı yaralıya, yüzbinlerce tutukluya mal oldu. 1968 Türkiye'de ve dünyada tılsımlı devrim sözcüğünün kitlesel bir ölçek üzerinde ve belki de ilk kez modem anlamıyla telaffuz edilebildiği yıl olarak milat gibidir. Daha sonralan sosyalist hareketin bütün gidişatını belirleyecek ilişkiler 1968'de kuruldu, 1968'de ortaya çıkan eski ve yeni önderlikler hareketin gelişimi üzerinde etkili olmayı sürdürüyor. Aynı şekilde karşı devrim de kendisini kitlesel bir ölçek üzerinde açığa çıkartmaya ilk kez 1968'de başladı 1968'i yapan etkenlerin hiçbiri günümüzde hükmünü sürdürmüyor ama 1968'de açılan bir kapıdan Türkiye modern bir toplum, yani devrime gebe bir toplum olmaya girdi.
1968'in hikayesi sosyalist hareketin gelişmesinde yaşanan dramatik kopuşlardan birinin hikayesidir. Devrimci sosyalizm daha gelişmesinin ilk adımında, 1968'de parlamentoculukla bağlarını koparma yolunda en güçlü atılımlarından birini yaptı ama bu güç, darbecilikle eklemlenmekten kaçınabilmek için henüz yeterli değildi. Kurulu düzen içindeki bütün olası seçenekleri tüketmeksizin kendi rüştünü ispat edemeyecek olan sosyalizm 1968'de yüksek bedeller ödeyerek hegemonyasından kendini kurtaracağı parlamentarizm ile darbecilik arasından çıkışın imkanlarını da elde etmeye başlayacaktı.
Sosyalist harekette bölünme
1967 biter, 1968 başlarken Türkiye sosyalist hareketinin görünüşteki "birliği" de sona erdi ve tohumları 1951 tevkifatı sırasında yeşermeye başlayan TKP içindeki çatışmalardan da beslenen bir ayrışma sosyalistlerin sonraki 20 yıl boyunca üstesinden gelemeyecekleri bir dizi başka bölünmenin de başlangıcını oluşturdu.
1968, ABD desteğindeki AP hükümetinin dünya kapitalizmine eklemlenme programını uygulamasının önünde bir engel olan bütün sosyalist ve anti-emperyalist güçlere karşı her düzeyde baskı ve terörü seferber ettiğine tanık oldu. NATO'nun kuruluşunun 20. yılı dolayısıyla TİP'in gerek parlamentoda gerekse parlamento dışında yürüttüğü ve solun her kesimi tarafından onaylanan "Türkiye'nin NATO'dan ayrılması" kampanyası TİP'e karşı şiddetin dozunun artmasına yol açtı. Bir yandan gayrıresmi şiddet TİP üyeleri, sosyalist aydınlar ve öğrenciler üzerine yöneltilirken öte yandan devrimci öğrenci derneği yöneticileri, yazarlar ve işçi önderleri gözaltına alınmaya ve tutuklanmaya başlandı. Sosyalist harekete karşı her türlü şiddeti kışkırtan ve meşrulaştıran 19-20 Şubat 1968'de TİP milletvekili Çetin Altan'ın yazıları nedeniyle yargılanmak üzere dokunulmazlığının kaldırılmasının Meclis'te tartışılması sırasında AP'li milletvekilleri tarafından başta Çetin Altan olmak üzere TİP milletvekillerinin linç edilircesine dövülmeleri oldu. Devletin en yüksek yasama organında gerçekleşen bu saldın, sosyalistler arasında parlamenter araçlarla sosyalizmi gerçekleştirme yanılsamalarına önemli ölçüde son verirken, sağda da sosyalist hareketi şiddetle ezme arzularının çoğalmasına ve faşist terörün yasa tanımazlığının pekişmesine yol açıyordu. Nitekim bu olayın ardından FKFnin 25 ve 26 Şubat'ta Ankara ve İstanbul'da düzenlenen "Uyanış Mitingleri" AP'li saldırganların baskınına uğradı ve ardından 3 Mart'ta AP güdümündeki MTTB'nin İstanbul Taksim Alanı'nda düzenlediği "Şahlanış Mitingi" kitlesel bir anti-komünist gösteri halinde "Türkiye'yi Vietnam ve Küba yapmak" isteyenlere karşı cihad ilanına dönüştü.
Dinci ve faşist sağın saldırıları karşısında takınılacak tavır meselesi saldırının doğrudan muhatabı olan gençliğin taban örgütlerinde, öğrenci derneklerinde ve FKF içinde pratik tartışmalara yol açarken TİP yönetiminde de siyasal iktidarın ve sosyalist mücadelenin araçları ve yöntemlerine ilişkin siyasal ve teorik tartışmaları kızıştırıyordu. Gerçekte, bu tartışmalar daha 1965 seçimlerinin ardından Yön sütunlarında başlamış, önce Doğan Avcıoğlu, İlhan Selçuk ve öteki Yön yönetici ve yazarları TİP yöneticilerinin ve özellikle Aybar'ın siyasal iktidar stratejisine karşı hayli ölçülü olduğu söylenebilecek bir dille eleştiriler yöneltmeye başlamışlar; ardından 1951 tevkifatı sonrasında Zeki Baştımar ve çevresiyle hem tevkifat sırasındaki tutumu hem de siyasal perspektifleri dolayısıyla ihtilaf halinde olan Mihri Belli ve yakın çevresindekilerden Vahap Erdoğdu, Muvaffak Şeref, Muzaffer Erdost, Rasih Nuri İleri, Ahmet Say ve başkaları TİP yönetiminin parti içi ilişkilerinde izlediği tutum kadar siyasal perspektiflerine karşı da önceleri örtük daha sonra ise hayli açık eleştiriler yöneltmeye başlamışlar, bunlara da karşılıklar almışlardı. Ancak, bu eğitime mensup sosyalistlerin, Yön'de yazdıkları sürece, Yön yazarlarının Marksist olmayan perspektiflerine karşı, hiçbir açık eleştiri getirmedikleri de görülüyordu. Bu tutumun tek istisnası Yön'e "Atma Avcıoğlu Din Kardeşiyiz" başlıklı bir makale göndererek, Yönün devletçi "sosyalizmine çok sert bir siyasal eleştiri yönelten Dr. Hikmet Kıvılcımlı ile Rasih Nuri İleri olmuştu.
Sosyalizm mi anti-emperyalizm mi?
Tartışma, TİP Genel Başkanı Mehmet Ali Aybar'ın 1965 seçimlerinden Partinin 15 milletvekili ile TBMM'de temsil edilmeye başlamasından sonra, programda yazılı olmamasına karşın açıkça "sosyalizm"in sözünü etmeye başlayarak, sosyalizm, devrim, iktidar, sınıf egemenliği gibi Marksizmin temel meselelerine ilişkin görüşlerini açıklamasıyla başladı. Aybar, "TİP yöneticilerinin son zamanlarda 'sosyalizm' sözcüğünü daha çok kullanmaya başlamış olmaları"nm "bazı kişi ve kuruluşların TİP paralelinde görünen fakat kapitalist ilişkileri muhafaza eden görüşleri halka telkin etmeye çalışmış olmalarından ileri geldiğini" açıklarken doğrudan doğruya Yön çevresini ima ediyordu. Yön ise TİP yönetimine 1965 seçimlerinden sonra ABD karşısındaki "anti-emperyalist çizgisini terketme" ve AP iktidan karşısında "uzlaşmacı bir çizgiye çekilme" eleştirisini getirmeye başlamıştı. TİP yönetimi seçimlerde elde edilen 15 milletvekilliği ve toplumun bütün uyanık kesimlerinin coşkun ilgisi ve sol basının sempatisine kavuşmuş olarak o güne kadar göreli olarak sessizlikle geçiştirmiş olduğu benzeri eleştirilere karşı cepheden bir hücuma girişti.
Yayınlandığı günden beri Yön'de yazıları çıkmakta olan Mihri Belli ve çevresinin bu çatışmada TİP yönetiminin triumvirası Aybar, Boran ve Aren'in savundukları tezleri üslupta yumuşak ama içerikte sert bir eleştiriye tabi tutarak kararlı bir biçimde Doğan Avcıoğlu ve arkadaşlarının yanında yer almaları çatışmanın hem alanını hem içeriğini genişletti. Mücadelenin başlıca ekseni kuşkusuz tüm temel politik meselelerde olduğu gibi devlet iktidarı sorunundan geçiyordu. Yalnızca çatışmanın daha sonraları (1968-70) salt teorik tartışmanın ötesine geçerek şiddet aracılığıyla da yürütülmüş olmasına bakıldığında tarafların bu temel meselede esastan karşıt konumlarda bulundukları sanılabilirdi. Oysa gerçekte ne TİP ne de Yön çevresi devlet bahsinde birbirlerinden esasta farklı olan hiç birşey söylüyor değillerdi. Herkes iktidara ulaşma biçimleri ve imkanları konusunda ne söylüyor olursa olsun devletin "şu aşamada" bir milli burjuva devleti olması ya da öyle kalması gerektiğinde hemfikirdi. Bu yüzden her iki kamptakiler de 1966 başlarına kadar 27 Mayıs'm yarattığı devlet biçimini sahipleniyor, 27 Mayıs Anayasasının sosyalizme ulaşmak için gerekli yasal zemini sağladığını düşünüyor, 27 Mayıs'ın başlıca vurucu gücü olan Ordu'nun toplumsal gelişmede ilerici bir rol oynamış olduğunu kabul ediyor, karşılarında toplumun bu "zinde" kuvvetlerinin değil yalnızca ABD emperyalizmi ve onun içerideki dayanakları olan "kompradorlar ve ağalar"ın bulunduğunu düşünüyorlardı.
Ancak, TİP ve Yön arasında iktidara "yukarıdan aşağı" mı, "aşağıdan yukarı" mı ulaşılacağı konusunda 1965 seçimleri sonrasında ilk çatışma patlak verdi. Bu salt, "iktidara ulaşma tekniği" hakkında bir tartışma değil, devlet bürokrasisinin öteki sınıflarla ilişkisi üzerine bir "sınıf mevzilendirmesi" tartışmasıydı da. Aybar, TİP teorisyenlerinden İdris Küçükömer ve Sencer Divitçioğlu'nun "Asya Üretim Tarzı" tartışmaları içinde temellendirmeye çalıştıkları "Osmanlı devlet sınıfları" üzerine tezleri politika planında yeniden üreterek 21 Ağustos 1966'da şu yargıları ileri sürmüştü: "Halkımız yüzlerce yıl tepeden inme yönetim metodlarının ıstırabını çekmiştir. Ve ancak 1950'de kendisini ayak takımı sayan tepeden bakan bu ceberrut bu yukarıdan aşağı yönetim şeklinden kurtulmak fırsatını bulmuştur. Osmanlı tipi devlet yönetiminin mirasçısı olarak gördüğü CHP iktidarını devirmiştir. Ve o tarihten beri bu partiye iktidar fırsatı vermemiştir. Fakat o tarihte böyle bir alternatif de bulunmadığından CHP'yi devirmekle beraber onun yerine kendi temsilcilerini geçirememiştir. Bugün dava, 1950'de başlamış, devrimi tam yörüngesine oturtmak, yani TİP'in halk için tek kurtuluş yolu olduğunu halka anlatmaktır." Böylelikle aslında 1965 seçimlerine kadar TİP ve Yön arasında var olduğu varsayılan mutabakatlardan biri, yani bir anti-emperyalist ittifak temeli üzerinde bütün "yurtsever" güçlerin ABD emperyalizmine karşı cephede ortak mücadelesi, TİP tarafından yürürlükten kaldırılmış oluyordu. Bu belirlemeyle birlikte Yön'de Doğan Avcıoğlu titizlikle ve hayli geniş bir alanı hesaba katarak hazırladığı bir plana bağlı olarak eski TKP'lilerle birlikte Aybar, Boran ve Aren'e karşı teorik ve programatik bir saldırıya geçti.
Yön ve "Eski Tüfekler"in ittifakı
14 Ekim 1966'da bu saldırıların sonuçlarını değerlendirmek üzere yazdığı, Yön'de yayımlanan "Bir Sosyalist Stratejinin Esasları" başlıklı makalesinde Avcıoğlu TİP'in bu yeni çizgisiyle bir "sol sapma" içine girdiğini, "İttihat ve Terakki'yi, Mustafa Kemal hareketini ve 27 Mayıs'ı karşı devrim say(dığmı)... tıpkı emperyalizm, DP ve AP gibi 'geleneksel yönetici kadro'ya ve onu temsil ettiği ileri sürülen siyasi teşekküllere cephe almakta olduğunu" ortaya atarak TIP'i sert bir biçimde eleştirmeye girişti. Öte yandan Aybar,- Aren ve Boran'm "anti-emperyalist mücadele ile sosyalist mücadele aynı şeydir" diyerek mücadelede ayrı bir anti-emperyalist milli devrim evresinden söz etmiyor olmalarını eleştiren Avcıoğlu, bunun "CIA'yı pek ürküten milliyetçi gelişmeyi engelleyen" bir düşünce olduğunu "emperyalizm ve işbirlikçilerinin... TİP'i tecrit etmekten başka bir sonuç vermeyecek olan bu yeni teorilerden pek hoşnut olacaklar"ım ileri sürüyordu. Avcıoğlu Aybar önderliğindeki TİP'in bir başka yönden ise "sağ sapma" içinde olduğu kanısındaydı. Buna göre, "Sağ sapma 'tepeden inme-aşağıdan yukarı' gibi görüşlerde ortaya çıkmakta"ydı. "Sosyalist teoride 'tepeden inme-sandıktan çıkma' tarzında bir ayrım yoktur. Şu ya da bu yolla iktidara gelenlerin sınıfî karakterini esas alan bir ayırım vardır. Çağımızda tepeden inme gelenler burjuvalar ise rejimin adı faşizmdir. İlerici güçler ise rejimin adı herhalde faşizm değildir (...) Dominik'in sandıktan çıkma Amerikan kuklası başkanı mı daha halkçıdır, yoksa seçim yapmayı reddeden tepeden inmeci Castro mu?" diye soran Avcıoğlu Aybar'ı "parlamentoculuk"a bağlanıp kaldığı için "devrimci" gelişmelere karşı tavır almakla ve ittifaklar sorunundaki "sol" sapmayı, mücadele yöntemleri konusunda "sağ" sapmayla tamamlamakla suçluyordu.
2. Kongre'ye doğru
Doğan Avcıoğlu, "anayasal yol ve yordamlar" konusunda ne derse desin, TİP'in kısa dönemde parlamento yolundan iktidara gelebileceğine herhangi bir ihtimal vermediğinden aslında açık ya da örtük TİP ile Yön arasında zımnen bir "işbölümü" olduğunu varsaymış gibiydi. TİP yurt ölçeğinde örgütlenerek, parlamentoda ve basında propaganda yoluyla anti-emperyalist bir kamuoyunu hazırlayacak, "milli sosyalizm"e halk desteği sağlayacak, aşağıda toplumsal ilişkiler alanında devrimin meşruiyet zeminini kuracak, Yön ise, "yukarıda" devlet katında ordu ve bürokrasi arasında ve CHP içinde anti-emperyalist bir mücadele merkezi oluşturacaktı. Seçimler öncesinde, zımnen varolduğu söylenebilecek olan bu işbölümünün 1965 sonrasında ortadan kalkmaya başladığı görüldü. TİP kendisini sosyalist hareketin "biricik örgütü" olarak ilan etmese, işçi sınıfının "anti-emperyalist mücadelenin öncüsü" olduğunu teorileştirmeye girişmese, ve nihayet "sosyalist mücadele ile anti-emperyalist mücadelenin aynı anda ve birarada yürütüleceğini" açıkça ifade etmeye kalkışmasa bu "işbölümü" sürebilirdi. Oysa, TİP, Yön stratejisinin tüm dayanaklarına darbeler indirmeye başlamıştı. TİP'in "biricik sosyalist örgüt" olduğunu açıkça ifade etmesi, kulaklarını "sosyalizm"e açmış ve 1965 seçimlerinde yapılan bütün analizlere göre TİP'e verilen oyların en büyük çoğunluğunu sağlamış olan "asker-sivil aydın zümre" üzerinde Yön çevresi ile açık bir hegemonya kavgasına girişmek, Yön'ün en ince ayrıntısına kadar "asker sivil aydınlar" özellikle de "askerler" için kabul edilebilir kılmak üzere tasarladığı "sosyalizm" projesine gölge düşürmek demekti. Öte yandan
işçi sınıfının anti-emperyalist mücadelenin öncüsü olduğunu ileri sürmek, Yön'ün yönlendirmeye çalıştığı bu askerler karşısında bütün teorik ve tarihsel tartışmaların ötesinde tek bir pratik anlama gelebilirdi, "sivillerin askerlerin önünde yürümesi", "bir albayın bir işçinin arkasından gelmesi", böyle bir mücadele projesinin İttihat ve Terakki geleneği ve askeri hiyerarşi içinde kabul edilebilir olması düşünülemezdi. Bu takdirde sonuç alıcı bir anti-emperyalist eylemin yegane aktif unsuru olabileceği varsayılan askerlere işçilerin arkasından yürüyecekleri bir gelecek vaadinin rasyonel olması beklenemezdi. Nihayet "sosyalist ve anti-emperyalist mücadelenin birlikte yürütülmesi", asli potansiyelleri "anti-emperyalist milliyetçilik'lerinde olan ve devletin sınıf çatışmalarının üzerine yükselebilmesi için yabancı çıkarlardan arındırılması gerektiğine inanan bu zümrelerin karşısına hiçbir şekilde hayal etmedikleri bir sınıf mücadelesi planı sunulması, öte yandan bu milliyetçi mücadelede devrimden yana tavır alacağı umulan ve beklenen milli burjuvazinin "devrim"den uzaklaştırılması demekti. Dolayısıyla, TİP'in takındığı yeni yönelimin güçten düşürülmesi Yön için 1966 sonbaharında Malatya'da toplanacak TİP 2. Büyük Kongresi arifesinde hayati bir önem taşıyordu. Avcıoğlu, Yön sütunlarını kendilerini herhangi bir organ aracılığıyla ifade edemeyen TİP içindeki tüm muhalefet eğilimlerine açtı ve "eski tüfekler"in de katılmasıyla tartışma birden alevlendi.
Bölünme ve büyük burjuvazinin manipülasyonu
1966 sonlarına doğru, sosyalist hareketin ve anti-emperyalist muhalefetin hiçbir eğilimini ayırdetmeden baskı altında tutan, tüm sol muhalefet üzerine saldırgan bir gericilikle yönelen AP'nin politikasında ve büyük burjuvazinin ideologları arasında sola karşı yeni bir yaklaşımın izleri sezilmeye başladı. Örneğin AP'nin ideologlarından Aydın Yalçın Son Havadis gazetesinde yazdığı bir yazıda bu tartışmalar sürerken "tepeden inme-tabandan yukarı" tartışmasını yorumlayarak: "Eğer TİP içinde parlamento ve demokratik müesseseleri tıpkı Bernstein gibi ciddiye alan, onu Lenin'in salık verdiği şekilde oportünist bir zihniyetle mütalaa etmeyen kuvvetli bir akım belirirse, Türkiye'de Marksizmin ihtilalci yoldan çıkıp Batı Avrupa'daki yolu takibeden bir mecraya girmesi için entelektüel bir zemin hazırlanmış olacaktır," çıkarsamasında bulunuyordu. Aynı yaklaşım, kendisini CHP içindeki "Ortanın Solu" tartışmaları sırasında ortaya çıkan gruplaşmalar karşısında da gösterdi ve Dünya gazetesi de CHP içindeki "tepeden inmeciler"e karşı saldırıya geçti. Tartışmalar sürerken yapılan bu müdahaleler ister istemez taraflardan birinin kurulu düzen açısından meşru diğerinin gayri meşru addedildiği anlamına geliyordu.
Öte yandan TİP'in kendi program ve tüzüğüne aykın etkinliklerde bulunduğu gerekçesiyle Anayasa Mahkemesi tarafından açılan koğuşturma karşısında başta Aybar olmak üzere yöneticiler, Parti'nin eski TKP'lilerle ilişkilendirilmesi endişesiyle de hem geçmiş hareketi yadsıma hem de "eski tüfek"lerle bağı olduğu düşünülen kişileri partiden uzaklaştırma eğilimine girdiler. Aybar'm TİP Ankara İl Örgütü Kongresine gönderdiği mesajda kullandığı ifadeler ideolojik konumlan ne olursa olsun "eski tüfekler"le TİP yönetimi arasındaki mücadeleyi teorik ideolojik bir yörüngeden çıkarttı. Aybar'm mesajı şöyle sonuçlanıyordu:
"Bizce eski sosyalist partiler hatalarıyla sevaplarıyla devirlerini kapatmışlardır. Bunlar memleketimizin bugüne göre, çok değişik olan şartları içinde faaliyet göstermişlerdir. Başarıları da başarısızlıkları da artık maziye malolmuştur.
Türkiye İşçi Partisi'ni bir. sosyalist kuruluş olarak bu maziye organik bir şekilde bağlamaya çalışmak, nasıl yersiz bir gayretse; partimizi artık maziye mal olmuş hareketlerin yeniden denenebileceği bir ortam saymak da boş bir hayaldir. Böyle bir hevese kapılanlar olursa, hevesleri kursaklarında kalacaktır. Dostun düşmanın böyle bilmesini isteriz... Türkiye İşçi Partisi, Amerikan emperyalizminin, CIA'nm ve bunlarla kader birliği kurmuş olanların bir numaralı hedefi haline gelmiştir (...) bunlarca partimizi içten çökertmek için ötedenberi sarfedilegelen gayretlerin büyük kongre arifesinde artmış olduğu gözden kaçırılmamalıdır. Uyanık olalım."
Böylelikle, yasallığını ve meşruiyetini korumayı sosyalist siyasal faaliyetin yürütülmesinin biricik teminatı olarak görmeye başlamış bulunan ve 1969 seçimlerinde "başa güreşecekler" inancıyla partiyi kapatma girişimlerine karşı ihtiyatlılığı, bütün üyelerin birbirlerini izleyip "eski tüfeklerle" ilişkilerini denetlemeye yöneltildikleri bir paranoya dalgasına çeviren ve bunlan parti tabanı karşısında "CIA ajanı", egemen sınıflar karşısında "maziye malolmuş hareketleri yeniden deneyenler" olarak niteleyip yalıtmaya ve safdışı etmeye çalışan TİP yönetiminin tavn parti politikasına karşı belirmiş bulunan tereddüt ve kuşkuların da çoğalıp muhalefetin artmasına yol açtı.
TİP yöneticileri bir yandan Yön çevresinin bir yandan sağcı ideologların müdahaleleri arasında 1966 sonbaharında Malatya'da toplanan 2. Büyük Kogre ve sonrasında düzenin "gayri meşru" addettiği kamptaki "eski tüfekler"e karşı "partiye sızma", onların görüşlerini benimseyenleri ise "parti disiplinini ihlal ve gizli işler çevirme" suçlamasıyla karşıya alıp ilk elde 13 kişiyi partiden ihraç edince, o güne kadar birbirini kamuoyu önünde incitmemeye çalışan bir dille süren tartışmalar bir anda her iki yanda da "CIA ajanı" suçlamasının sıradan bir silaha dönüştüğü bir üsluba büründü ve TİP'teki siyasal anlaşmazlık eski TKP defterlerinin de açıldığı kıyasıya bir hesaplaşma halini aldı.
Mihri Belli sahnede yerini alıyor
TİP yönetiminin Aybar'ın mesajıyla "parti içi disiplin" adına karşısına aldığı kişilerin, Aybar'ın tanımlamalarına ne dereceye kadar uydukları kuşku götürse de aşağı yukarı tümünün ortak özellikleri olduğu söylenebilirdi: Bu sosyalistler, kendilerini geçmiş hareketten bağımsız görmüyor, onun mirasına sahip çıkıyor ve 1951 TKP tutuklamaları sonrasında ortaya çıkan ayrışmada Reşat Fuat-Mihri Belli çevresinin yanında yer alıyorlardı ve Yön dergisinde E. Tüfekçi imzasıyla yazan Mihri Belli'nin ileri sürdüğü politika hattını TİP içinde savunuyorlardı. Dolayısıyla Aybar'ın, Boran'ın ve diğerlerinin suçlama ve imalarının işaret ettiği hedef aslında parti içindeki tek tek bireylerden çok, Mihri Belli'nin kendisi ya da onun temsil ettiği siyasal çizgiydi.
Mihri Belli, Türk Solu 'nda kendi imzasıyla yazmadan önce, Yön'de sosyalizme ilişkin en genel kültürel ve politik konularda bazı değinmeler kaleme almıştı. Yurt dışında TKP adı altında yeniden örgütlenen Zeki Baştımar çevresinin 1966'daki "Dünya Komünist Partiler Konferansı"na katılması Türkiye gazetelerinde yayınlandığında, anti-komünist basında bir "cadı avı" histerisi . başlatıldı ve E. Tüfekçi imzasıyla Mihri Belli hem TKP'yi hem onu muhatap addeden SBKP'yi çok sert bir biçimde eleştirdiği "Türk Soluna Saygısızlık" başlıklı yazısıyla kendi temsil ettiği çevrenin, Yön sütunlarında "SSCB'den yönlendirildiği" yazılan bu partiyle herhangi bir ilişkisinin bulunmadığını ve bu partinin başındakilerin Türk solu içinde hiçbir şeyi temsil etmediklerini ilan ederek, eski devrimci mirasın sahibi olarak ortaya çıktı. Ancak bu çıkış sırasında Mihri Belli'nin kullandığı "milliyetçi" retoriğe bakıldığında, bunun daha sonra Aybar çevresinin kendisine yönelttiği suçlamaların dilinden çok da farklı olmadığı görülebilirdi.
E. Tüfekçi imzasıyla Yön'de yayımlanan ikinci önemli yazısında Mihri Belli, yaklaşmakta olan TİP büyük kongresi arifesinde yönetimin politikasına alternatif bir stratejik çizgi öneriyordu. Daha sonralan "Milli Demokratik Devrim" olarak ünlenecek olan bu çizginin en kaba hatlarını dile getiren Mihri Belli, TİP yönetiminin politikasını "sekter ve oportünist" olarak niteliyor ve partiye hakim olması gereken çizgiyi "Demokratik Devrim'de Kimle Beraber Kime Karşı?" başlıklı yazısında belirliyordu.
Mihri Belli'ye göre, "Türk toplumunun önündeki devrimci görev", "Türk milli bağımsızlığını gerçekleştirerek feodalizmi tüm izleriyle ortadan kaldırarak milli birlik içinde özgür Türk
ulusunun engelsiz gelişme şartlarını hazırlamak"tı. Bu "Demokratik Devrim"de proletarya, küçük ve milli burjuvazi ve asker sivil aydın zümre devrim tarafında emperyalizm, komprador burjuvazi ve feodal ağa karşı devrim tarafında yer alacaktı. Ancak yazının karakteristik yönü esas olarak, "asker sivil aydın zümre" yani ordu ve bürokrasinin bir bütün olarak ve esas olarak devrimci bir güç oluşturdukları, çıkarlarının sosyalizmle de çelişmediği konusunun altının durmaksızın çizilmesi ve TİP yönetimine ad vermeksizin bu noktanın ihmali dolayısıyla saldırümasıydı. Böylelikle Mihri Belli, Yön TİP çatışmasında açıkça Yön tarafında yer alarak TİP kongreye giderken iki noktadan hücum ederek devreye girdi: TKP'ye ve TIP yönetimine karşı, milli ve demokratik bir devrim ittifakını ileri sürüyor ve bu devrimin saf parlamenter yöntemlerle gerçekleşemeyeceğini ima ediyordu.
Parti içi muhalefet ve parlamento dışı muhalefet
Parti içi hayat böylesine gerilimli bir evreye doğru girerken, TİP ve genel başkan Aybar, dışarıdan bakıldığında 1967'de tarihinin en iyi durumunda görünüyordu. Amerikan emperyalizminin Vietnam'da işlediği suçları yargılayan Ulusalararası Russel Mahkemesinin üyelerinden biri olan Aybar Mayıs 1967'de Stockholm'deki duruşmadan döndüğünde karizmasının doruğundaydı. ABD'nin Vietnam'da işlediği suçları Açıkhava Tiyatrosu'na sığmayan coşkun bir kalabalığın karşısında sergilemişti. Parti'nin yıl içinde yaptığı büyük atılımlar sürüyordu. Türkiye'ye özgü sosyalizm modeli de parti yönetiminde bir itirazla karşılaşmadan benimsenmişti. Aybar'ın Russel Mahkemesi'nin yargıçlarından biri olarak Hanoi'ye hareket ettiği Temmuz 1967'de parti içi "disiplin"i sağlamaya yönelik, pek yankı uyandırmayan ama sürmekte olan sessiz bir savaşı su yüzüne çıkaran bir karar alınıyordu.
Parti üst yönetimi, koşulların uygun olduğu 'şu ortam' içinde, küçük bir tasfiye ile parti içine sokulmaya çalışılan "demokratik devrim" tartışmasını bastırmaya çalıştı. Aslında bu doğrultuda yoğun bir faaliyetten de söz edilemezdi ama asıl bu tasfiye karanndan sonra TİP üst yönetiminin Çekoslovakya'ya Sovyet müdahalesi olayı karşısındaki tavır dolayısıyla bölünmesiyle birlikte Parti, "Milli Demokratik Devrim-Sosyalist Devrim" tartışmasının burgacı içine savrulacaktı. "Gizli faaliyet", "şahıslarla uğraşma" ve "parti içi dayanışmayı bozma" gibi gerekçelerle, aralarında 1951 TKP tutuklamaları döneminde hüküm giymiş eski komünistlerden Sevinç Özgüner, Naci Ormanlar, Rasih Nuri İleri, Süleymen Ege, Halit ve Şekibe Çelenk, Vahap Erdoğdu da olan 13 kişi merkez disiplin kuruluna verildi. TİP içi ve dışı muhalif çevrelerin eleştirilerine yer veren Yön dergisi 30 Haziran 1967 tarihli sayısıyla yayınına son vermişti. Türk Solu dergisi 17 Kasım 1967'de solda güç birliğini sağlayacak platformun dergisi olma amacıyla yayınlandı. Dergi Türkiye'deki sol geleneğin mirasçısı olduğunu belirtiyor, önümüzdeki devrimci adımın sosyalist değil demokratik devrim olduğunu bildiriyordu. Daha sonraları bir cephe organı olduğu belirtilen dergide eski komünistler yanında 27 Mayısçıların da yazılarına yer veriliyordu. İlk sayılarda Aziz Nesin, Suphi Karaman, Hikmet Kıvılcımlı, Erdoğan Başar, İlhan Selçuk, Şevki Akşit, Aslan Başer Kafaoğlu, Muzaffer Erdost, Niyazi Ağırnaslı, İlhami Soysal, Münir Aktolga, Mihri Belli, Sami Küçük, Reşat Fuat Baraner'in katkıları göze çarpıyordu. Derginin ilk sayılarında TİP yöneticileriyle doğrudan bir polemikten kaçınılıyor, demokratik devrim ve güçbirliği gereklililiğini ön plana çıkaran düşünceler geliştiriliyordu. Bu arada Kasım 1967 sonunda TİP genel yönetim kurulu tarafından kesin ihraç istemiyle Merkez Haysiyet Kurulu'na verilen 13 kişinin durumları kesinleşmeden, bu durumu kınayan bir yazıya imza atan parti gençlik kollarından aralarında Mehdi Beşpmar, Tebessüm ve Attila Sarp da bulunan 13 kişi Ankara İl Haysiyet Kurulu tarafından Parti'den ihraç edildi. Aralık 1967'de Mihri Belli 23 yıldan sonra ilk kez SBF Öğrenci Demeği lokalindeki, açık bir toplantıda "Bugünün Türkiye'sinde Devrimci Eylem Nedir?" konulu bir söyleşi sırasında konuşma olanağına kavuşmuş ve TİP yönetiminin politik doğrultusuna genel eleştiriler yöneltmişti. Belli Türk Solu'nun 29 Aralık 1967'de yayımlanan 7. sayısında "Türk Sosyalizmi Tarihine Leke Sürenler" başlıklı yazısıyla TİP'e karşı doğrudan hücuma geçti. Belli yazısında TİP yöneticileri Aybar, Aren ve Boran'ı hedef alarak şunları söylüyordu: "Türkiye'nin yarım yüzyıllık sosyalist akımını gayri milli ilan etme kampanyasının asları yaşını başını almış kişilerdir. Sosyalistliğin yolu işkence odalarından, hapisanelerden geçtiği günlerde bunlann bir kısmı sosyalist değildi (...) bir kısmı da gerçek eylemin dışında durmaya pek dikkatliydiler. Ama o sıralarda sosyalist eylemin en çetinine katılanlar arasında çok genç yaşta ünlü 141-142. maddelerden ötürü hüküm giymiş olan ve bu yüzden de bugün siyasi eyleme katılma hakkından yoksun tutulan otuzbeşinde genç kimseler de vardır. Demek ki, mesele kuşak meselesi değildir". Mihri SBF'de yaptığı konuşmada ise gençlere, "kimin durumu uygunsa TİP'e girmeli ve bu örgütü adına layık bir sosyalist örgüt durumuna getirmek için olanca gücüyle çalışmalıdır" önerisinde bulunmaktaydı.
Başlangıç noktaları ve başlıca aktörleri böylece belirmiş olan bölünme, henüz yalnızca sosyalist hareketin teorik faaliyetle yakından ilgilenen kesimlerinin gündemini işgal ediyor, iktidarın doruklarında, gizli servislerde, rejimin ideologlarının tartışma masalarında titizlikle tahlil ediliyordu. Ancak toplumun dipten doruğa sarsılmaya başladığı bir dönemde, bu yönelimlerin toplumsal ve siyasal anlamlan mücadelenin içine girmiş olan herkes için daha belirgin olarak ortaya çıkacaktı. Sosyalist hareketin kitlesel gücünün henüz büyük kentlerden ve öğrencilerle aydınlardan geldiği bir dönemde bu politikaların pratik faaliyetle ilgisinin öncelikle öğrenci gençlik hareketi içinde kurulması, "ortodoks" bakış açısından saçma görünüyordu ama, bu gelişme eşitsizliğinin maddeci tarih anlayışının bakış açısından anlamlandırılabilmesi için Türkiye'nin özgül gelişme özelliklerinin bizzat sosyalist mücadele içinde tanınması, gerçekliğin öğrenilmesi için onun değiştirilmesi çabasına girişilmesi gerekiyordu. Bu çaba için güçlerin biriktiği ve kitlesel ölçekte harekete geçtiği yıl 1968 oldu.