Sosyal psikoloji, en kısa biçimde dile getireceksek, anaakım psikoloji genelindeki birey vurgusunun tersine ya da buna ek olarak, bireylerin topluluklar ve toplum içindeki davranışlarına odaklanıyor. Bu alanın çalıştığı bir diğer konu, toplumsal olgu ve olaylarla ilgili tutumlar ve kalıpyargılar başta olmak üzere zihinsel (bilişsel) süreçler. Özgecan Aslan cinayeti ve sonrasındaki tartışmalar ve tartışma görünümlü aklama çabaları, sosyal psikolojiyi doğrudan ilgilendiriyor. Cinayet neye ve neden yüklenmekte? Şimdi bunları ayrı ayrı inceleyelim:
Kişilik açıklamaları
Kimileri, cinayeti adli psikoloji açısından, suçluların psikolojisine bağlıyor. Her toplumda düşük oranda ‘adli sapkınlar’ olmuştur ve olacaktır. Dolayısıyla, bu tür cinayetler, bu noktadan bakıldığında kaçınılmaz. Bu açıdan, çözüm, adli önlemler olarak görülüyor. İdam cezasının geri gelmesi talebi bunun bir örneği. Kişilik açıklamaları bir ölçüde doğru olsa da, idam cezasının geri gelmesinin başka olumsuz sonuçlarını da dikkate almak gerekiyor. Şiddet tekeline sahip olan devletin İç Güvenlik Paketi’yle daha da ceberrutlaşması beklenen bir dönemde ona bir de idam silahını armağan etmenin demokratikleşme açısından sonuçları olumlu olmayacak. İdam, adli mahkumlara uygulanma gerekçesiyle, siyasi muhaliflere karşı bir silah olabilecek. Ayrıca idam, etik değerlere sahip olmayan bir suçlu için caydırıcı bile olmayabilir. Kişilik açıklamalarının gözden kaçırdığı nokta, ataerkil düzen gibi yapısal etmenler. Şimdi buna bakalım:
Ataerkil düzen
Daha geniş bir açıdan bakan kesimler için, Özgecan Aslan cinayeti, ataerkil bir toplum düzeninin doğrudan sonucu. Gelir adaletsizliğine benzer bir biçimde, cinsiyet adaletsizliği ve cinsiyet ayrımcılığı gibi kavramlardan bahsedilebilir. Hukuk, kadına yönelik şiddete ve benzeri suçlara hafifletici nedenler gibi gerekçelerle göz yummakta; erkek şiddetini kimi zaman açık açık kimi zamansa daha az görülebilir bir biçimde aklamakta. Ataerkil düzen, AKP’li siyasetçilerin kadın düşmanı söylemleri ve ‘çağdaş’ görüntülü çeşitli medya kanallarının cinsiyet ayrımcılığını açık ya da örtük olarak meşrulaştıran içerikleriyle gücüne güç katmakta ve yeni cinayetlerin ve tecavüzlerin yıkılmaz güvencesi olmakta. Bu açıdan bakanlar için çözüm, çok daha derinde ve daha fazla zaman ve emek gerektirmekte. Bu cinayetin sorumluları arasında, bu noktada, AKP’li siyasetçileri ve medyayı sayıyoruz. Özgecan Aslan cinayetinin çokça azmettirici bulunmakta. Bunların cinsiyet adaletsizliğini meşru gösteren açıklamaları ve temsillerine karşı mücadele edilmeli.
Öte yandan, ataerkil düzen eleştirisinin en uç noktada savunulmasından adli psikoloji açısından olumsuz bir sonuç çıkabilir: 3 suçlunun savunması, “ben ataerkil düzenin bir piyonu oldum; pişmanım” üstünden kurulursa; bu, hafifletici neden sayılabilir; çünkü bu eleştirinin aşırı sürümünde, tek tek bireyler, soyut bir kavram olarak ataerkil düzenin yaptıklarından sorumlu tutulamaz. Bu açıdan, onlar özne değil, bu yapının sürüklediği nesneler. Bir Sefer Selvi karikatüründe görüldüğü gibi, kadın cinayeti suçlusu, “düşüncesi iktidarda” olan bir suçludur. “Beni ne diye yargılıyorsunuz; (eski) başbakanı, falanca bakanı, filanca diziyi yargılayın. ‘Fatmagül’ün Suçu Ne?’ dizisini izleye izleye böyle oldum. Suçumu kabul ediyorum; ama o dizinin yapımcılarını da yargılayın. Beni etkilediler.” gibi bir savunma, ataerkil düzen eleştirisinin uç sürümünün sakıncasını ortaya çıkaracaktır. Demek ki, herşeyi ataerkil düzene bağlamayıp kişilik açıklamasını ve aşağıda göreceğimiz diğer açıklamaları da bütünlüklü bir biçimde kavramlaştırmak gerekiyor. Ataerkil toplum açıklaması, “madem ataerkil toplum bu kadar güçlü; neden tüm erkekler cani, tacizci vb. olmuyor?” sorusunda özetleyebileceğimiz bireysel farklar olgusunu açıklamakta yetersiz kalıyor. Bu nedenle, ana omurgası ataerkil toplum eleştirisi olmakla birlikte, tartışmaların diğer boyutlarla desteklenmesi gerekiyor.
‘Mağdur’u suçlama ve adil dünya inancı
İslami medyanın çoğu, maktülü suçlayarak, ataerkil düzenin bir dişlisi olduklarını bir kez daha gösterdiler. Zaten çocuk evlilikleri demeçleri ve hatta bizzat çocuklarla evlenmeleri gibi örnekler düşünülürse, Özgecan’la ilgili olarak şaşırtıcı bir konum almadıkları görülmekte. İslami medyanın çoğunda gördüğümüz açıklama biçimi, mağduru suçlama ve adil dünya inancı üzerinden oluşturulmuş durumda. Dünyanın çeşitli toplumlarında yaygın olarak görülen adil dünya inancı, dünyayı adil bir yer olarak görür. Bu temsilde, bir insanın başına birşey gelirse, bu, onun yaptıklarına bağlanır. “Benim başıma aynısı gelmiyor; onun başına gelmiş; demek ki onda birşey var” düşüncesi, durumun özeti. İslami medyanın çoğu, cinayeti mini eteğe, laik yaşam tarzına vb. bağladı. Bu elbette, kendilerinin ideolojisiyle uyumlu; buna şaşırmıyoruz. Ancak bu düşüncenin ortalama insanın bir bölümünde yankısını bulması neyle açıklanabilir? Onlar da mı ideolojiye bağlanabilir? Bir ölçüde evet, bir ölçüde hayır. Ortalama muhafazakar insan için, adil dünya inancı, kendisinin güvende olduğu yanılsamasını yaratmakta. Böylece rahat rahat sokağa çıkabilmekte. Cinayetin mağdurunu kendilerine ne kadar benzer bulurlarsa, kaygıları ve sosyal fobileri o kadar artıyor. Kaygıyı gidermenin yolu ise, muhafazakar toplum. Muhafazakar toplum, bir AKP’linin dile getirdiği gibi, ‘mahalle namusu’ gibi kavramlar üzerinden biçimlenmekte.
Diğer bir deyişle, ortalama muhafazakar vatandaşın katil yerine maktülü suçlaması, onun kendi kaygısını ve sokaktan korkusunu dindirmek gibi bir işlev görüyor. Maktül, ortalama muhafazakar vatandaşa ne kadar benzerse kaygı o kadar artıyor. Bu durumda, imdada muhafazakar toplum yetişiyor. Bu algıyı hangi kesimden olursa olsun gazetelerin 3. sayfa haberleri ve televizyonların suç haberleri pekiştiriyor. Dünyada kötü kötü ‘şeyler’ olmakta ve bunlarda genellikle, çağdaş yaşam tarzına sahip olanların başına gelmedik kalmadığı gibi bir alt-metin içten içe işlenmekte. Katilin ve genel olarak tacizcilerin psikolojisinde de ‘mağdur’u suçlama ve adil dünya inancının baskın olduğunu sosyal medyaya bir göz atarak ya da kadınlara yönelik suçlarla ilgili davalardaki savunmalardan rahatlıkla anlayabiliyoruz. Giysinin bir davet olarak algılanması, muhafazakarlığın ya da daha yerinde bir ifadeyle gelenekçiliğin İslami kesim dışında da belli ölçülerde etkili olduğunu gösteriyor.
Bir sonraki noktaya geçmeden, ‘mağdur’, ‘muhatap’ ve ‘maktül’ sözcüklerinin farkına girelim. Burada ve başka birçok yerde kullanılan ‘mağdur’ sözcüğü, ataerkil düzenden zarar görenleri edilgen, kendi iradeleri olmayan, adeta bir ‘kader mahkumu’ gibi konumlandırmakta. Oysa, ataerkil düzene son verecek olan, onların ‘mağdur’ değil ‘muhatap’ olarak konumlanması. ‘Muhatap’ kavramı, etkin bir mücadeleye karşılık gelmekte.(*) Dolayısıyla, ataerkil düzeni sorumlu tutuyorsak, ‘mağdur’ yerine ‘muhatap’ sözcüğünü benimsemek daha doğru olabilir. Eleştirel psikoloji, kimi alanlarda, ‘mağdur’ ve ‘muhatap’ yerine ‘ezilen’ gibi sözcükleri yeğlemekte. Ancak, bunun edilgen çağrışımları ve yazımızın konusuna ne derece uygun olduğu gibi noktalarda daha fazla düşünmek gerekmekte. ‘Maktül’ ise, bir hukuk terimi olarak cinayetle sonuçlanmayan saldırıları karşılayamamakta.
Sınıfsal ve ekonomik boyut
Özgecan Aslan cinayetinde en çok gözden kaçan noktanın sınıfsal ve ekonomik boyut olduğunu söyleyebiliriz. Ailesinin asgari ücretli olması ve kızlarının bozuk olan cep telefonunu tamir edememeleri başta olmak üzere, birçok sınıfsal olarak yorumlanabilecek nokta bulunmakta. Belki bir telefon, hayat kurtaracaktı; ama aile, AKP’nin yoksulluğa mahkum ettiği ailelerden yalnızca biri. Dahası, okul arkadaşlarının anlatımına göre , üniversiteden defalarca servis sağlanması talep edilmiş; ancak üniversite yönetimi bu talebi dikkate almayıp öğrencileri gerektiğince denetlenmeyen minibüslere muhtaç duruma getirmişti. Yerleşkesi yerleşim alanları dışında olan, hele ki özel olan bir üniversitenin servis sağlaması gerekliydi. Belki bu, üniversiteye yeterince kâr sağlamadığı için, geri çevrildi. Demek ki, bu cinayette, AKP eliyle palazlanan neo-liberal üniversiterleşme anlayışının da payı bulunuyor. Tarihsel olarak daha geriye gidersek, Adnan Menderes döneminde başlayan otomobil-odaklı kentleşme pratiklerini burada anabiliriz. Arabası olmayanlar, minibüse muhtaç ediliyor. Oysa, güçlü bir toplu taşıma sistemiyle başka bir tablo ortaya çıkacaktı.
Kolaylaştırıcı öğeler
Sosyal psikolojinin başta belirttiğimiz gibi, bireyin topluluk içindeki davranışlarına odaklanma gibi bir eğilimi bulunuyor. Minibüste kalan tek yolcu olmanın ataerkil düzen, kişilik ve sınıfsal öğelere ek olarak cinayeti kolaylaştırıcı bir nitelik kazandığı görülüyor. Yukarıda sözü edilen ‘davet eden giysi’ algılamasının bir ölçüde kolaylaştırıcı bir işlev gördüğünü çeşitli davalarda görebiliyoruz. Bu kolaylaştırıcı öğelere dikkat çekenler, kadınların çeşitli ölçülerde kapanmasını ve pembe otobüs gibi uygulamaları öneriyorlar. Bu, muhafazakar kesimlerde cinsel suçların var olmadığı gibi bir varsayıma dayanıyor ki; bu, tartışmalı. Kolaylaştırıcı öğeler, ana nedenler olarak sunulamaz. Ana nedenlerin yokluğunda kolaylaştırıcı öğeler geçersiz olacaktır. Gezi Direnişi’nde meydanın barikatlandığı o ‘kurtarılmış’ dönemde, bir tane bile taciz olayının olmaması, ana nedenlerin yokluğunda kolaylaştırıcı nedenlerin geçersizliği görüşüne destek sunmakta. Taksim Meydanı, özellikle yılbaşı gibi geniş katılımlı kutlamalarda, taciz olayları nedeniyle kötü bir üne sahip. Aynı izdihamın yaşandığı, Gezi Parkı’nın dolup taştığı o günlerde, kolaylaştırıcı öğeler, tacize bir zemin hazırlamamıştı. Özetlersek, ana nedenler yerine kolaylaştırıcı öğelere odaklanıp ona göre çözüm önerenler yanılıyorlar.
Medyanın ve sosyal medyanın rolü
Şimdi cinayetten önce ve sonra medyanın ve sosyal medyanın rolünü mercek altına alalım: Katile yardımcı olan iki kişiden birinin sosyal medya paylaşımlarında ‘Fatmagül’ün Suçu Ne?’ dizisinin anıldığı görülüyor. Bu ve benzeri örneklerde, medya ile sosyal medya arasındaki sınırların belirsizleştiğini görüyoruz. Aslında tek başına Vedat Türkali’nin kadın hakları yanlısı olan bu romanının kadın düşmanı bir dizi olarak çekilmesi bile, başlı başlına bir araştırmayı gerektiriyor. Medya endüstrisi, kadın dostu romanlardan bile kadın düşmanı diziler çıkarabiliyor.
Cinayette medyanın ve sosyal medyanın rolü nedir? İlk akla gelen, bu ikilinin cinayeti özendirdiği. Burada, televizyon izleyicisine ve sosyal medya kullanıcısına edilgen bir rol biçiliyor. Bu da, onların yaptıklarından sorumlu tutulmalarını zorlaştırıyor. Yukarıdaki mağdur-muhatap örneğinde görüldüğü gibi, medyanın ve sosyal medyanın cinayette etkili olduğunu düşünürsek, katilden bir ‘kader mahkumu’ çıkarmış oluyoruz. Yani neredeyse “suçlu, falanca değil, medya” gibi bir çıkarsamaya açık kapı bırakıyoruz. Evet, medyanın ve sosyal medyanın özellikle çocuklarda ve ergenlerde büyük etkiler yarattığı araştırmalarla sabit. Ancak, yetişkinleri düşünürsek, medya ve sosyal medya içeriklerini onları etkileyen öğeler değil; onların seçtiği ve dolayısıyla kişiliklerini yansıtan içerikler olarak görmek daha doğru olabilir. Diğer bir deyişle, cinayet ve tecavüz eğilimleri taşıyan bir kişi, bu tür filmler vb. izlediği için cinayet ve tecavüz gibi suçları işlemiyor; tersine, bu eğilimlere sahip olduğu için, bu tür filmler izliyor. Bu tür filmlerin işlevi, cinayet ve tecavüz eğilimleri taşıyan bir kişinin planlama aşamasında ayrıntılara odaklanmasını sağlaması. Yani insanlar birdenbire bu tür filmleri izleyip cani vb. olmuyor; ama eğilim taşıyanlar, planlama aşamasına geçebiliyor. Dolayısıyla, medya ve sosyal medyanın cinayette ana neden değil hızlandırıcı neden olduğunu söyleyebiliriz.
Medyanın ve sosyal medyanın ana neden olarak görülmesinin bir de riski bulunmakta: Bu kavramsallaştırma, sansürcü zihniyete ve onun ikiz kardeşi olan güvenlik toplumuna cansuyu oluyor. Bu ikiz zihniyet şöyle der: “Filmde gördüğün gibi dünya tehlikeli bir yer; devlete yetki ver ki seni korusun”. Sansürün böyle toptancı değil; içerik bazlı ve tekil olarak değerlendirilmesi gerekmekte. Diğer bir deyişle, cinayeti, tecavüzü vb. konu alan bir filmin konusu gereği sansüre uğramaması gerekir. Ancak, en ince ayrıntısıyla bir cinayeti anlatan, hele ki caniyi iyi bir kişilik gibi gösterip anlatıyı onun açısından kurgulayan ve cinayeti özendirici ve sıradanlaştırıcı filmler için, nefret suçu kapsamında yasaklanma gibi bir seçenek düşünülebilir. Böyle genel bir çerçeve çizilse de, her bir metnin tekil olarak değerlendirilmesi gerekli. Cinayetin ve tecavüzün gösterilmemesi yerine, suçun sert bir biçimde cezalandırıldığı kötü bir davranış olarak verilmesi gerekiyor. Üstelik, Twitter yasaklarında gördüğümüz gibi, hiçbirşeyi yasaklamak olanaklı değil. Hatta yasak, daha da özendirici olabiliyor. Bunun için, bir fabrika gibi seri üretimle ‘popüler kültür’ ürünleri üreten kültür endüstrisiyle mücadele etmek gerekiyor. ‘Roman Havası’ dizisine yönelik protestolarda olduğu gibi, sahaya inmeli. Bu da yetmiyor; çünkü sosyal medyada içerik üreticilerini denetlemek oldukça zor (örneğin, kız arkadaşını dövüp videosunu internete yükleyen kişi)...
Kimlik boyutu
Anaakım medyada pek fazla yer bulmayan, ancak sosyal medyada çokça konuşulan bir konu, Özgecan’ın Dersimli bir Alevi olmasıydı. Hatta Alevi olduğu için cenazesine AKP ileri gelenlerinin katılmadığı yönünde haberler yapıldı. Alevi örgütlerinin sokağa çıktığı, Haziran Hareketi’ne büyük destek verdiği bir dönemde, Özgecan’ın Alevi olmasının öne çıkarılmaması, olası toplumsal patlamayı engelleme çabası olarak okunabilir. AKP ileri gelenlerinin Özgecan’ın cenazesine katılması durumunda, büyük tepki gösterilecekti. Katile yardımcı olan iki kişiden birinin sosyal medyadaki paylaşımlarından ülkücü olduğunun ortaya çıkması da; Aleviler açısından, 70’lerden bu yana tüm iktidarların yaptığı Maraş, Sivas ve Çorum gibi Alevi katliamlarına bir halka eklemiş oldu. Katil ile Özgecan arasındaki konuşmaları tam olarak bilmiyoruz. Ancak ülkede Alevi ve Dersimli olmanın kimlik kontrolü başta olmak üzere çeşitli noktalarda yarattığı zorluklar ve ayrımcılıklar biliniyor. Şöyle bir diyalog düşünelim:
- Nerelisin?
- Tuncelili.
- Alevi misin?
- Evet.
- ???
Cinayetin ve tecavüz girişiminin buna benzer bir diyalog sonunda gerçekleşmesi olasılığı bulunuyor. Davaya müdahil olacakların bu konuda zanlıların üzerine gitmesi gerekiyor. Cinayette ve tecavüz girişiminde etnik ve dini saikler var mıydı yok muydu? Hrant’ın katiliyle bayrak önünde fotoğraf çektirenler geliyor insanın gözünün önüne. Cinayetin ve tecavüz girişiminin altında etnik ve dini saikler varsa, devletin bunun üstünü örteceğini ve bunu basit bir kadın cinayeti gibi ambalajlayacağını tahmin edebiliriz. Aslında, AKP, tam tersini de yapabilir: Roboski’den ve Reyhanlı’dan sorumlu değilmiş gibi, kendini aklamak için, “bu cinayet, ülkücülerin cinayeti” vurgusunu öne çıkarabilir. 12 Eylül 2010 Halkoylaması’nda olduğu gibi, Erdal Eren yerine Özgecan Aslan için gözyaşı dökermiş gibi yapıp yine birilerini inandırabilir. Bizde inanmaya eğilimli çokça insan var. Ama sokak muhalefeti bunlara inanmıyor ve belki kilit nokta da bu.
Tekilleştirme tehlikesi
Özgecan’ın birçok tartışmada tekilleştirildiği görülüyor. Medyada, sosyal medyada, sokakta vb. tepkisini dile getirenlerin bir bölümü, tecavüz edilmiş ya da başka tür suçlardan zarar görmüş kadınlara sahip çıkmıyor. Oysa, ölüm son aşama. Tecavüz edilen, canını zor kurtaran ya da tecavüzcünü öldüren vb. kadınlara da sahip çıkılması gerekiyor. Aslında Türkiye’de çağdaş görüntülü erkeklerin ve hatta kadınların bir bölümü, çeşitli noktalarda İslami kesim kadar gelenekçi olabiliyor. Örneğin, (bir an için evliliğin kurum olarak gelenekselliğini bir yana bırakırsak) tecavüze uğrayan kadınların, çocuğuyla dul kalan kadınların vb. kaçı daha sonra mutlu bir evlilik yapabiliyor? Erkek tarafının (kayınpeder, kaynana vb.) bu tür durumları kabul etme oranı nedir? Çocuklu bir kadınla evlenenlerin oranı yüzde kaçtır? Bu oranlar aslında sanıldığından da daha az.
Özgecan cinayetinin tekilleştirilmesinde, medya ve sosyal medya, tahmin edileceği üzere, önemli bir işlev görüyor. Öte yandan, eksikleriyle fazlalarıyla ve olması gerektiği gibi olmasa da, bu cinayetin anaakım medyada geniş yer bulmasının muhafazakar bir toplumda önemli bir rolü var: İbret ya da psikoloji diliyle ifade edersek, ‘olumsuz rol modeli’. Fakat kime ibret? Katile özenenlere mi maktüle özenenlere mi? Katil ve suç ortaklarının ne kadar ceza alacaklarını bilmiyoruz. Belki cezaevinde diğer mahkumlardan gelecek bu ceza. Bilemeyiz. Ancak, bu suç cezasız kalırsa ya da hafif bir cezayla geçiştirilirse, pusuda bekleyen cinayet ve tecavüz eğilimli kişiliklere yeşil ışık yakılacak. Tersi olursa, yani hukuk düzeni içinde olabilecek en ağır ceza verilirse, bu ceza, cinayeti tekil (münferit) bir olay gibi sunduğu için, ataerkil düzeni aklamış olacak; çünkü davada ataerkil düzen değil, muhafazakar toplumda normların dışına çıkmış birkaç ‘sapkın birey’ yargılanacak. Uzun bir hapis cezası verilirse, katilin ve yardımcılarının dine yöneleceği gibi bir tahminde de bulunabiliriz. Dolayısıyla, tekilleştirme yerine, hukuk ve aile başta olmak üzere ataerkil kurumların dönüştürülmesi ve bu dönüşümün mücadele hedefi olarak öne alınması gerekiyor.
Yüklemedeki yarılma
Sosyal psikolojideki yükleme kuramı, insanların olayları içsel/dışsal, değişen/değişmeyen, genel/özel vb. nedenlere bağladığını söylüyor.
Ortalama muhafazakar vatandaş, giysisi vb. nedeniyle (örneğin “o saatte orada ne işi vardı”), mağduru/muhatabı suçluyor. Böylece, cinayeti bireysel öğelere bağlayarak rahatlıyor. Yani kendisi de öyle yapmadığına göre kontrol onda. Ataerkil toplum eleştirisi ise, cinayeti dışsal öğelere bağlıyor. Bu, tehlikenin her an geçerli olduğunu gösteriyor.
Ortalama muhafazakar vatandaşa göre, laiklerin çıkardığı ‘sorun’ları saymazsak, ideal bir toplumda yaşıyoruz; dolayısıyla bu düzen değişmez. Böyle gelmiş böyle gider. Ataerkil toplum eleştirisi ise, bu düzenin değişeceğine dair bir umutla yaşıyor. Ne zaman değişir? Uzun sürecek gibi görünüyor.
Genel/özel ayrımında ise, kimi insanların cinayeti Mersin’deki özel koşullara bağlaması ve buna benzer düzeylerde tekilleştirme yapması; kimi insanların ise, durumu Türkiye ve hatta dünya genelinde bir sorun olarak algılaması olasılıklarından bahsediyoruz.
Dolayısıyla, ataerkil eleştiri, cinayeti dışsal, değişebilir ve genel nedenlere bağlarken; ortalama muhafazakar vatandaş, onu içsel, değişmez ve özel nedenlere bağlıyor.
Başka birçok örnekte (örneğin, Berkin Elvan’ın öldürülmesiyle ilgili olarak “sorumsuz aile; böyle bir zamanda, çocuk, ekmek almaya gönderilir mi” diyenler ya da Soma için fıtrat açıklamaları) görülen bu yarılma üstüne daha çok çalışmak gerekiyor.
Sonuç: Ne yapmalı?
Yukarıdaki açıklamalar birbirini dışlamıyor; hepsinde bir doğruluk payı var. Ataerkil düzen açıklaması, doğru olmakla birlikte, kişilik açıklamasıyla desteklenmeli. Ayrıca, İslami medyanın çoğunda ve ortalama muhafazakar vatandaşta, medyada, sosyal medyada ve hukuk sisteminde gözlemlenen ‘mağdur’u suçlama ve adil dünya inancı, bütün boyutlarıyla incelenmeli ve bunlara karşı neler yapılabileceğine dair düşünce üretmeli; çünkü soyut bir kavram olan ataerkil toplumun ete kemiğe büründüğü noktalar tam da buralar. Bu çözümlemeleri yaparken, Özgecan’ın ailesinin kızlarının bozuk telefonunu yaptıramayacak kadar yoksul olması; okuduğu özel üniversitenin güvenli ulaşım sağmaması ve kimlik boyutları gözden kaçırılmamalı. Kolaylaştırıcı öğelerin ana neden gibi sunulmasının önüne geçilmeli; medya ve sosyal medyanın ana neden değil, hızlandırıcı neden olduğu akılda tutulmalı. Tekilleştirme tehlikesine karşı da tetikte olunmalı.
Bitirirken, bu soğuk çözümlemelerin pratik açılımları üzerine düşünelim: Özgecan protestolarıyla ilgili iki eğilim öne çıktı: Birincisi, kadınlarla erkekler yanyana protesto etmeli. İkincisi, “bırakın kadınlar karar versin” ve hatta protestolarda erkekler yer almasın. Bu, yeni bir tartışma değil. Fakat kadınları ilgilendiren her ‘olay’da, buna büyük bir enerji harcanacağı ortada. Yukarıda anıldığı gibi, Özgecan, yalnızca bir kadın değildir; Dersimlidir; Alevidir; yoksul bir ailenin çocuğudur; neo-liberal düzenin üniversitelerinde güvenli ulaşım hizmeti sağlanmamış bir psikoloji öğrencisidir. Dolayısıyla, Özgecan Aslan cinayeti, yalnızca bir kadın cinayeti değildir; aynı zamanda, özel üniversitede okuyan Dersimli, Alevi ve yoksul bir psikoloji öğrencisinin vahşice öldürülmesine karşılık gelir. Hele ki, yukarıda anılan etnik ve dini saikler sözkonusu ise, kadın cinayeti olarak tekilleştirilmesi, demokratikleşme mücadelesinde doğru bir hat olmayacaktır. Kadınlar karar versin; gençler karar versin; Dersimliler karar versin; Aleviler karar versin; yoksullar karar versin; özel üniversite öğrencileri karar versin; psikoloji öğrencileri karar versin; psikologlar ve psikoloji akademisyenlerini kapsayacak biçimde psikoloji camiası karar versin vd... Kim karar verirse versin, yeter ki, bu tür cinayetlerin ve saldırıların önüne geçilebilsin. Gezi Direnişi’nde olduğu gibi, isteyen sokağa çıksın. İsterse, bireysel kararını versin. Kendini temsil etsin. Falancayı temsilen katılmak zorunlu değil.
Ait olduğum psikoloji camiasına çağrım ise şu: Artık toplumsal olgu ve olaylara daha fazla mesai harcamamızın zamanı sizce de gelmedi mi? Niye üretiyoruz biz psikoloji bilgisini; neye yarar sunduğumuz psikoloji hizmeti?.. Özgecan Aslan Psikoloji Öğrencileri Araştırmaları Ödülü’nü başlatmaya ne dersiniz? Ulusal Psikoloji Kongresi’nde bir panel nasıl olur? Dergilerde özel sayılar? Ama hepsi için yeni bir sosyal psikolojiye ihtiyacımız var. İthal modelleri uygulamaktan ve yer yer taklit etmekten öteye geçmeyen çalışmalar yerine, köklerini bu topraklardan alan ve uluslararası bilgi ve deneyimlerle güçlenen bir sosyal psikoloji. “Şu modeli Türkiye’de nasıl uygularım?” demek yerine “şu olguyu nasıl açıklarım?” diyen ve diğer sosyal bilim alanlarıyla sürekli bir fikir alışverişi içinde olan bir psikoloji. Eleştiren ve kendini eleştirmeyi bilen bir sosyal psikoloji... Var mısınız? (UBG/YY)
* Doç. Dr. Ulaş Başar Gezgin, bilişssel bilim (cognitive science), şehir planı, sosyo-ekonomik psikoloji, eğitim bilimleri alanında çalışıyor.