"Sosyal Dışlanmanın Roman Halleri" başlıklı çalışma, Türkiye'de Roman olma durumuna Romanların içinde yaşadıkları topluma o toplumun herkesle eşit fertleri olarak katılamamalarını sorunsallaştırarak yaklaşıyor.
Dünyada ve özellikle Avrupa'da Roman çalışmaları çok geniş bir alan oluşturuyor. Bu alanda hem teorik hem de politika gelişmeye yönelik incelemelerden oluşan geniş bir literatür mevcut.
Türkiye'de ise Roman çalışmaları çok yeni ve henüz gelişmesi çok sınırlı bir alan. Konuya sosyal dışlanma perspektifinden yaklaşan çalışmalar daha da sınırlı.
Dolayısıyla bugün tartışacağımız çalışma hem Roman olma durumunu inceleyen bir çalışma olduğu için hem de konuya sosyal dışlanma perspektifinden yaklaştığı için, Türkiye'deki Roma çalışmaları alanına çok önemli bir katkı oluşturuyor.
Araştırma sonuçlarıyla ilgili tartışmaya bir arka plan oluşturmak amacıyla, Romanlar gibi kırılgan, sosyal dışlanma tehdidi altında yaşayan kimlik gruplarla ilgili çalışmalarda karşılaşılan bazı sorunlardan söz edeceğim.
Bu bağlamda iki noktaya değineceğim. Bunlardan biri, bu çalışmalarda çalışmanın konusunu, yani etnik grubun kendisini, tanımlarken ortaya çıkan yönteme ilişkin bazı zorluklarla ilgili.
İkinci olarak, yoksulluğa çok boyutlu bir sosyal dışlanma sorunu olarak yaklaşmaya çalışanların sık sık karşılaştıkları bazı önyargılara değineceğim.
Daha sonra da, elimizdeki çalışmanın sözünü ettiğim zorlukları aşmak ve önyargıları kırmak konusunda nasıl bir katkı yaptığını tartışacağım.
Etnik kimliğin nasıl anlaşıldığı ve anlamlandırıldığı, üzerine derinlemesine tartışmalar yapılan bir konu. Bu tartışmalar, sosyal dışlanma tehdidi altındaki etnik gruplardan söz ederken göz ardı edilmemesi gereken bazı noktalara dikkat çekiyorlar.
Dikkat çekilen noktalardan biri, genel olarak etnik kimliğin, özel olarak da Roman kimliği gibi bir kimliğin, belirli bir grup insana özgü, doğuştan gelen, verili bir takım özelliklere bağlı bir kategori oluşturmadığı.
Bu bağlamda, etnik kimliklerden söz ederken, belirli bir etnik gruba değil, o grupla aynı toplum içinde yaşayan diğer gruplar arasındaki ilişkilere bakmanın yararlı olacağı söyleniyor.
Dolayısıyla, etnik kimliğin, sosyal ilişkilerin toplumsal bağlamındaki değişmelerle birlikte tarihsel olarak değişen dinamik bir kategori olarak ele alınmasının anlamlı olacağı vurgulanıyor.
Yani, üzerinde çalışılan grubun karşı karşıya olduğu sosyal dışlanma sorunun niteliğini anlamak için izlenmesi gereken yolun, grubun kendi dışındakilerle olan ilişkilere, bu ilişkilerin içinde yer aldığı topluma ve o toplumun geçirdiği tarihsel dönüşümlere bakmak olduğu söyleniyor.
Etnik kimliğin tarihsel olarak değişen dinamik niteliği, kimliğin ve kimlik temelli ayırımcılığın anlamsız olduğunu göstermiyor.
Kültürel farklılıklar, en azından bir potansiyel olarak, kültürel ayırımcılığın temelini oluşturuyor. Ama ayırımcılığa uğrayan grupların durumunda, etnik kültür temelli aşağılanmanın genel olarak sosyoekonomik temelli dezavantajlarla birlikte yer aldığını görüyoruz.
Burada üzerinde durulması gereken şey, iki sorun arasında, yani kültürel aşağılanma ve sosyoekonomik dezavantajlar arasında, tek yönlü bir nedensellik ilişkisi olmaması. Bazı etnik grupların sosyoekonomik açıdan kırılgan olmaları kültürel aşağılanmayla bağlantılı.
Ama aynı zamanda, sosyokültürel dezavantajlar, etnik kültür temelli sınıflandırma ve anlamlandırma süreçlerinin niteliğini belirliyor. Sosyal dışlanma tehdidi altında yaşayan grupların durumunda, etnik kimlikle sosyoekonomik dezavantajların içiçe geçmişliği, tehlikeli olabilecek bir sürece yol açıyor.
Mesela Amerika Birleşik Devletleri'nde siyah olmak, Türkiye'de Roman veya Kürt olmak yoksul olmakla özdeşebiliyor ve yoksulluk bu etnik grupları tanımlar hale geliyor.
Bu gruplar genellikle yoksul oldukları için, kötü barınma koşulları, düzensiz işler, sağlıksız yaşam, düzgün okumayan çocuklar, yani yoksul bir yaşamın bütün vecheleri etnik kimliğe atıfla açıklanabiliyor.
Bu sürecin tehlikeli yanı, yoksullukla etnik kimlik arasında kurulan denklemin yoksulluk kısmının bağımlı, etnik kimlik kısmının bağımsız değişken haline gelebilmesi.
Bu tehlikeli sonuç ortaya çıktığında, yoksulların belirli bir etnik grunba mensup oldukları için yoksul oldukları anlayışının yerleşmesi ve politika süreçlerine yoksulluktan değil kimlikten yola çıkarak yaklaşılması söz konusu olabiliyor.
Dolayısıyla her türlü açık ve örtük ayırımcılığın politika süreçlerine sızmaya başladığı bir noktaya gelebiliyoruz.
Sosyal politika süreçleri üzerine düşünen herkesin bu tehlikeye duyarlı olması büyük önem taşıyor. Bunu söylerken, sosyal politika alnında yoksullukla mücadele konusunda çalışanların çok sık karşılaştıkları "yoksul suçlama" eğilimi düşünüyorum.
Bu eğilim, genellikle yoksullukla ilgili çok bariz iki önyargıyla birlikte yer alıyor. Bu önyargılardan biri, yoksulluğun işsizlikle özdeşleştirilmesi ve, her zaman olmasa da çoğu zaman, yoksulların iş bulamamalarının kendi tembellik veya beceriksizliklerine bağlanmasıyla ilgili.
Bununla birlikte yer alan ikinci ön yargı, yoksulların utanmazcasına yardım peşinde koşan arsız insanlar olduğuyla ilgili. Bu önyargı, sosyal yardım konusuna kuşkuyla yaklaşılmasına sebep oluyor ve hak temelli bir sosyal yardım sisteminin oluşmasının karşısında belki de en önemli engeli oluşturuyor.
Bu önyargılar bir yanda dururken, sahada yoksullukla ilgili araştırma yapanlar başka bir şey görüyorlar. Bizim Sosyal Politika Forumu'nda yürüttüğümüz araştırmalar, değişik toplumlarda yürütülmüş benzer araştırmalar gibi, yoksullukla ilgili genel geçer yargılara hiç uymayan bazı gözlemlere yer veriyorlar.
Bu gözlemlerden biri, yoksulluğun işsizlikle değil yapılan işin niteliğiye ilgili olduğu. Yoksulluğu belirleyen şey, işsizlikten çok insanların düzensiz, güvencesiz, düşük ücretli işlerde çalışmak zorunda olmaları.
Bu işlerin niteliği, düzenli bir gelire sahip olmama durumunu, yaşlılık veya hastalık durumlarında yaşamın nasıl idame ettirileceğini bilememeyi birlikte getiriyor.
Hayatın bu tür belirsizliklerle dolu oluşu yoksulluğu tanımlayan temel bir unsur haline geliyor. Yoksulluk çoğu zaman, yarın iş bulup bulamayacağını, yarın yiyecek ekmeği olup olmayacağını bilememek durumu olarak karşımıza çıkıyor.
Yoksullukla ilgili saha araştırmaları bize, sözünü ettiğim belirsizliklerin yanı sıra, yoksul hayatları tanımlayan başka bir unsurun da utanç olduğunu gösteriyorlar.
Düzgün bir iş sahibi olmadığı için utanmak, çocuğunu düzgün bir kıyafetle, kitabı defteri tamam, eline okulda yiyeceği düzgün bir şeyler vererek okula yollayamadığı için utanmak, parası olmadığı için kahveye gidememek, üstü başı düzgün olmadığı için insan içine çıkamak...
Bütün bunlar yoksulların çok iyi tanıdığı şeyler. Sosyal yardım alabilmek için yoksulluğunu kanıtlamak zorunda kalmak ve bu arada tembellik ve arsızlıkla suçlanmak da öyle.. Sosyal yardım sistemi üzerine düşünürken, utancın yoksulların hayatındaki yerinin ne kadar önemli olduğunu görmek çok önemli zannediyorum.
Buraya kadar, etnik kimlikten yola çıkarak yapılan araştırmalarda dikkat edilmesi gereken bazı sorunlara ve yoksullukla ilgili bazı önyargılara değindim.
Daha önce de söylediğim gibi, bugün tartışacağımız araştırmanın bu zorlukların aşılması ve önyargıların kırılması konusunda önemli bir katkı yaptığını düşünüyorum.
Araştırma, ilk olarak, bize Romanlık durumunu tarihsel bir bağlam içinde, burada ve bugün ortaya çıktığı biçimde anlamanın ne kadar önemli olduğunu gösteriyor.
Çalışma Türkiye'nin farklı bölgelerinde yer alan altı şehirde yürütülmüş. Dolayısıyla, ülke genelinde birbirbirine benzer biçimlerde ortaya çıkan sorunların yanı sıra, Roman olma durumunun şehirler arasında farklılıklar gösterebildiğine de işaret ediyor.
Aynı zamanda araştırmanın yürütüldüğü her şehirde bu Roman olma durumunun tarihsel olarak nasıl değiştiğiyle ilgili ipuçları veriyor. Bu bağlamda, Türkiye'nin sosyal ve ekonomik yapısındaki bazı değişikliklerin Romanların hayatına nasıl yansıdığını da görebiliyoruz.
Mesela, Kamu İktisadi Teşebbüslerinin (KIT) kapanmasıyla, bir zamanlar kamu işletmelerinde sigortalı olarak çalışma imkanını bulabilen Romanların şimdi nasıl sadece düzensiz ve sigortasız işler bulabildiklerini görüyoruz.
Aynı şekilde, Türkiye'de kentsel gelişmenin yarattığı rant ekonomisi bağlamında ülke çapında yürütülen kentsel dönüşüm projelerinin Romanları nasıl yerlerinden ettiklerini ve onların yaşam koşullarını fevkalade olumsuz bir biçimde etkilediklerini görüyoruz.
İnsanları yaşam alanlarından koparıp küçücük apartman dairelerine koymak ve o daireler icin her ay, yoksul olmayanlara gayet az görünen ama düzenli bir gelire sahip olmayan insanlar için düzenli ödenmesi imkansız taksitler talep etmenin ne anlama geldiğini görüyoruz.
Dolayısıyla, Roman olmanın bugün ne anlama geldiğini bu kentsel dönüşüm politikalarının sonuçlarına bakmadan anlamanın imkansız olduğunu görüyoruz.
Çalışmanın bize hem Roman yoksulluğu hem de genel olarak yoksulluk hakkında gösterdiği belki de en önemli şey, mekanın önemi. Romanların karşı karşıya oldukları sosyal dışlanmanın hem kültürel hem de sosyoekonomik boyutları mekan içinde tanımlanıyor.
Nitekim, Romanlara yönelik önyargıların önemli bir kısmının mekan üzerinden tanımlandığını görüyoruz. "Oralar tehlikeli yerler, suçluların yaşadığı mekanlar" gibi yargılar, zaman zaman doğrudan mekanı suçlayan yargılara dönüşebiliyor.
Roman anlatılarında vurgulandığı gibi, mesela Erzurum'da çocuk kaçırıldıysa bunu mutlaka Roman mahallesi Gölbaşı yapmıştır denilebiliyor. Konya'da bir hırsızlık ve cinayet vakası olduğunda kim yaptı sorusunun cevabı Romanların yaşadığı Yeni Mahalle..
Çalışmanın mekan vurgusu bize olumsuz çağrışımlarıyla Roman kimliğinin oluşumu hakkında da bazı ilginç ipuçları veriyor.
Romanların yaşadığı mekanların Roman kimliğiyle ilgili önyargıları tanımlar hale gelmesiyle, aynı mekanı veya aynı tür mekanları paylaşan herkesin bu önyargıların nesnesi haline gelmesine yol açabiliyor.
Mesela Erzurum'da Şıhbızınlar, Konya'da Roman mahallesinde oturan Kürtler, Romanlara yönelik ayırımcılığın hedefi haline gelebiliyorlar.
Mekanla ilgili önyargılar, zaman zaman Romanlar tarafından da içselleştirilebiliyor. Onlar da karşı karşıya kaldıkları kültürel ayırımcılıktan mekanı sorumlu tutabiliyorlar.
Bunun yanı sıra, Roman mahallelerinin herkesin yoksul olduğu, dolayısıyla kimsenin kimseye fazla hayrının dokunamadığı, bu yüzden de dayanışma ağlarının güçsüz olduğu mekanlar.
Dolayısıyla mekanı damgalayan ön yargıların mahalle sakinleri arasındaki güçlü dayanışma duygularıyla dengelenmesi çok kolay değil.
Bu durumda, araştırmacıların konuştuğu bir Roman kadının ifadesiyle, mahalle kapalı bir kafese dönüşebiliyor. Topluma herkes gibi, herkesle eşit koşullarda katılmayı imkansız kılan bir kafes.
Yaşanan mekanın insanın kaçıp kurtulmak istediği ama kaçıp kurtulamadığı bir kafese dönüşmesinde sosyal hizmetlerin yetersizliği de çok önemli bir rol oynuyor. Romanlar, belediye hizmetlerinin gitmediği, çöplerin toplanmadığı, ulaşım sorunlarının çözülmediği, parkı bahçesi olmayan mahallerde yaşıyor ve bunların eksikliğini hissediyorlar.
Türkiye'de devlet okullarına aktarılan kaynakların yetersizliği yüzünden okulların kendilerini ailelerden gelen katkı paylarıyla döndürmek zorunda oldukları bir ülkede, bu mahallelerin yoksulluğu okul kalitesine yansıyor.
Roman olma durumunun mekandaki yansımalarıyla anlama çabası içinde, çalışma yoksulluğu işsizlikle özdeşleştirme ve yoksulların iş bulamamalarının kendi tembellik veya beceriksizliklerine bağlanmasıyla ilgili önyargıların Romanların durumunda ne kadar fevkalade güçlü bir biçimde ortaya çıktığını gösteriyor.
Oysa araştırma sırasında yapılan görüşmelerin tekrar tekrar önümüze koyduğu şey, yoksul Romanların ne kadar zor şartlar altında ne kadar çok çalıştıkları.
Romanların yaptıkları işlerin niteliğine baktığımız zaman, bu işlerin düzensizliği ve güvencesizliğinden kaynaklanan bir belirsizlik durumunu hayatı nasıl biçimlendirdiğini görebiliyoruz.
Burada araştırma kapsamında konuşulan bir Roman çöp toplayıcının söylediklerinden bir alıntı yapmak istiyorum:
"Nasip. Bilemiyorsun. Bakarsın akşama kadar dolaşırsın dolaşırsın hiçbir şey yok. Akşama moralin bozuk gelirsin. Cenabı Hak ordan bir tutar, bir çöpe uğrarsın, üç beş çöpe uğrarsın 10-15-20 liralık sattın mı? Aaa baktın işte keyfin yerinde. Ne yaparsın eve çoluk çocuğa ufak tefek, yani çok olacağına az olur, alır gidersin. Yani bu abi işte. Başka bir şey değil"
Başka bir şehirden, bu sefer bir kadın, aynı durumu şu şekilde ifade ediyor:
"Biz günlük yaşayan insanlarız. Aman bugün ne yapacağız, hangi çorbayı pişireceğiz? Diyorum ya sırası geliyor öyle bir şey oluyor ki hiçbirimiz işe gidemiyoruz çalışamıyoruz. Oluyor 5-10 lira üstümüzde, git oğlum bir liralık salça al, gir bir liralık yağ yarım kilo mercimek al. Bir çorba pişiriyorsun yediriyorsun çoluk çocuğa..."
Roman yoksulların durumunda, yoksulların yardım arsız bir biçimde yardım peşinde koşan utanmazlar oldukları yönündeki ön yargının da son derece güçlü olduğunu görüyoruz.
Bunun tam tersine, elimizdeki araştırma kapsamında yapılan bazı görüşmeler bu utanç duygusunun yoksul Romanların hayatında ne kadar önemli bir yer tutabileceğini gösteriyor.
Mesela Roman ahaliyi yerlerinden eden kentsel dönüşüm projesine karşı yürütülen bir gösteriye katılmayan bir kadın neden katılmadığını şu sözlerle açıklıyor:
"Yok ben hiç katılmadım. Utandım ben şöyle utandım. Ne bileyim kameralar çeker, ne bileyim gazetelere filan çıkarız diye utandım açıkçası. Bak derler işte 200 milyonu ödeyemiyorlar. Ne kadar aciz insanlar denir diye utandım."
Aynı utanç duygusunun çocukların okula gitmesi bağlamında ortya çıktığını görüyoruz. Araştırma sırasında görüşülen başka bir Roman'ın dediği gibi:
"Çocuğum gidiyor okula utanıyor. Çocuğum gidiyor okula çanta yok. Çantasının ya kolu kopuk ya içi yırtık.."
Çalışmanın çizdiği tablo, fevkalade üzücü ve karanlık bir tablo. Ama aynı zamanda, bu tabloda ortaya konulan sorunların nasıl çözülebileceğine dair ip uçları da buluyoruz. Bu politikaların her şeyden önce, hayatın belirsizliğini arttırmayıp azaltıcı politikalar olmaları gerektiğini görüyoruz.
Romanlar yaşadıkları yerlerden memnun değiller, ama insanları yerlerinden edip, bulundıkları yerde yapabildikleri bazı işleri yapmalarını imkansız kılan, düzgün bir geliri olmayan insanları düzenli konut taksidi ödemeye zorlayan kentsel dönüşüm politikalarının Romanların hayatını olumlu bir biçimde etkileyen politakalar olmadıkları, aksine bu hayatın belirsizliklerini arttıran politikalar oldukları da açık.
Dolayısıyla, bu araştırmanın, politik karar alıcıları uygulanan politikalar üzerinde yeniden ciddi bir biçimde düşünmeye iten bir araştırma olduğunu zannediyorum. Bunun yapılacağından hiç ümitli değilim ama en azından elimizde yapılanın neden yanlış olduğunu gösteren böyle bir araştırma olmasını önemli buluyorum.
Araştırmanın politik karar alıcıları istihdam politikalarıyla ilgili olarak da düşünmeye zorlayan bir yanı var. Bu doğrultuda düşünüldüğünde, istihdam politikaları oluşturulurken sadece iş yaratmayı değil iyi işler, düzgün işler yaratmayı hedeflemek gerektiği kolayca görülebiliyor.
Bu bağlamda, düzenli, güvenli, insanlara sosyal güvence sağlayan işler yaratamayan bir toplumun nasıl bir toplum olduğu, böyle bir toplumda hızlı ekonomik büyümenin ne anlama geldiğini de düşünmek de gerekiyor zannediyorum.
Araştırmanın Roman yoksulluğunu mekandaki tezahürleriyle anlamaya çalışırken bazı imkanları da ortaya koyuyor. Roman kimliğinin ötesine geçip mekana odaklandığımız zaman, kendileri damgalayıcı bir nitelik taşımayan politikaların neler olabileceğini görmeye başlıyoruz.
Roman mahallerindeki sosyal hizmet kalitesinin yükseltilmesi, bu mekanların daha iyi yaşanılır hale getirilmesi, insanların sorunlarıyla ilgilenen, aynı zamanda da kültür ve spor etkinlikleri düzenleyen toplum merkezleri kurulması, damgalanmış mekanların hem dışardan bakanlar hem de içinde yaşayanlar tarafından başka türlü algılanmaya başlanmasına yol açabilir.
Buradaki okullara, öğretmenlerin çocuklarla daha çok ilgilenmelerini sağlayacak biçimde, daha fazla kaynak aktarılması, bunun yanı sıra bu okullarda çocuklara bir öğün sıcak yemek verilmesi gibi uygulamalar devamsızlığı ve eğitimde karşılaşılan sorunları azaltmakta çok önemli bir rol oynayabilir.
Çocukların eğitime katılmalarını ve eğitimde kalmalarını sağlamak amacıyla düşünülmüş şartlı nakit transferi gibi uygulamalara bu mahallelerde özellikle ağırlık verilmesi, bir yandan gelir yoksulluğu sorununu hafifletirken bir yandan okullaşmayı teşvik edip çocukların eğitime katılmalarını sağlayabilir.
Yoksulluğu çok boyutlu bir sosyal dışlanma sorunu olarak ele alan, yarın ne olacağını bilemekten kaynaklanan belirsizliğin ve utanç duygularının yoksulların hayatını nasıl belirlediğinin farkında olan araştırmacıların, sözünü ettiğim bir düzgün iş yaratma politikasının ve hak temelli sosyal destek mekanizmalarının istenilirliği konusunda kuşku duyacaklarını zannetmiyorum.
Ama bu politikalar oluşurulurken, onlardan yararlanacak insanların kim olduklarını da düşünmek gerekiyor. Nobel ödüllü iktisatçı Amartya Sen'in çok güçlü bir biçimde oraya koyduğu gibi, eşit haklar her zaman eşit yapabilirliklere dönüşmüyor. Yani herkes eşit haklardan eşit bir biçimde yararlanamıyor.
Geçmişten gelen dışlanmışlıklar ve mağduriyetler insanların kendilerine verilen imkanları gerektiği gibi kullanamamalarına yol açabiliyor.
Bu mağduriyet durumunu dikkate almadan biçimlendirilen politikaların başarı şansı da epeyce zayıf olabiliyor. Dolayısıyla, sosyal politika kararlarının farklılıkların bilinciyle eşitliğe yönelik olarak oluşturulması ilkesi büyük önem taşıyor.
Bu noktada pozitif ayırımcılık konusunun, özellikle Romanların durumunda ne kadar önemi olduğunu görebiliyoruz. Pozitif ayırımcılık ilkesinin hem istihdam hem de eğitim alanında yürürlüğe girmesi, hak temelli sosyal politika uygulamalarının başarıya ulaşması için gerekli bir koşul gibi görünüyor.
Kamu kurumlarında bu ilke doğrultusunda istihdam kotaları oluşturulması hiç de imkansız değil. Aynı şekilde, eğitim alanında standart bir iyi eğitim kaygısının ötesinde, çocukların eğilim ve yeteneklerini ön plana çıkaracak şekilde biçimlendirilmiş bir yaklaşım, öğrenci başarısını ciddi biçimde etkileyebilir ve bu şekilde yoksulluk eğitimsizlik-yoksulluk şeklinde oluşan ve yoksulluğun nesilden nesile aktarılan bir kadere dönüşmesine yol açan kısır döngüyü kırmaya yardımcı olabilir.
Araştırmada sözü edilen bazı iyi örneklerin bu açılardan gayet yararlı olduklarını düşünüyorum.
Ama farklılıkların dikkate alınması sadece hak temelli politikaların başarısı açısından önemli değil.
Belki de şöyle söylemek daha doğru: Eşitliğe yönelik politikaların amacı insanları birbirlerine benzetmek değildir.
Eşitlik farklılıkların ortadan kalktığı bir durum değildir. Feminist teorisyenlerin çok güçlü bir biçimde gösterdikleri gibi, eşitliğin karşıtı farklılık değil eşitsizliktir. Kadınlar topluma eşit koşullarda katılma taleplerini ortaya koyarken, kadın olmaktan vazgeçip erkek gibi olmayı amaçlamıyorlardı.
Romanların da eşit olmak için Roman olmaktan vazgeçmeleri, gayet tabii söz konusu değil. Amaçlanan, Romanların Roman olarak topluma herkesle eşit koşullarda katılabilmeleri.
Buna yönelik politikalar uygulanması imkansız politikalar değil. Araştırmanın çizdiği üzücü tabloya yoksulluk kültürü vurgusuyla değil, tarihsel ve politik bir sorunla karşı karşıya olduğumuz bilinciyle yaklaştığımız takdirde, farklılıkların bilinciyle alınan politik kararlara odaklanabilir, politikacıları bu yönde zorlayabiliriz.
Bugün tartışacağımız araştrmanın bizi tam da buna davet eden bir araştırma olduğunu düşünüyorum. (AB/BA)
* Prof. Dr. Ayşe Buğra'nın yayımladığımız metni 16-17 Aralık 2011'de, Cezayir Toplantı Salonları'nda (CTS) "Roman Toplulukları İçin Sosyal Politikalar Konferansı'ndaki açılış konuşmasıdır. Edirne Roman Kültürünü Araştırma Geliştirme Dayanışma Yardımlaşma Derneği (EDROM), Boğaziçi Üniversitesi Sosyal Politika Forumu ve Anadolu Kültür'ün ortaklaşa düzenlediği konferansı Sivil Toplum Kuruluşları için Teknik Destek Projesi (TACSO) ve Avrupa Birliği destekledi.