Geçtiğimiz 1 Mayıs'ta, gösterilere katılımın göreceli düşüklüğü, krize karşı sendikal hareketin sınırlarına dayandığını göstermişti. Bir önceki gösterideki 3 milyon kişilik katılıma karşılık 1 Mayıs'a katılım 1 milyon 200 bin kişide kalmıştı. 7 Haziran Pazar günü yapılan Avrupa Parlamentosu seçimlerinin sonuçları ise, "anti-Sarkozy" temelinde yürütülen muhalefetin etkili olmadığını ortaya çıkardı. 13 Haziran günü yapılan son gösteri ise tam bir başarısızlıkla sonuçlandı. Sendikaların rakamlarına göre katılım 150 bin kişide kaldı.
Aylarca süren, başarı olasılığının oldukça düşük olduğu sosyal seferberliğin verdiği yorgunluk, sendikalar arasında ilk ayrılıkların su yüzüne çıkmasına neden oldu. Bir yandan 24 saatlik bir genel grev önerileri duyulurken, diğer yandan böyle bir eylemin başarısızlığının yaratacağı sonuçlar tartışılmaya başlandı. Sendikal hareket şimdilik tatile girdi, eylül'e kadar.
Seçim sonuçlarından sonra, bir başka tartışma sosyalistler, avrupa sosyal demokrat partileri içinde yaşanıyor. Solun sorumluluğunu taşımadığı ekonomik krize rağmen sosyalistlerin veya sosyal demokratların aldığı yenilgi bir çok yönüyle ele alınıyor.
Sosyal Demokrasi'nin tarihsel programı gerçekleşti ama yenisi yok...
Fransız Sosyalist Partisi'nin ağır yenilgisinin hiç kuşkusuz yerel nedenleri var. Partinin dinazorlarının kişisel hesapları, seçimden 6 ay önce yapılan son kongrenin açtığı yaralar, seçim kampanyasının merkezciler ile solun solunun arasında sıkışıp kalması ve Daniel Cohn-Bendit'in başarılı avrupa merkezli kampanyası sosyalistleri bozguna uğrattı.
Ama bu yenilgi herşeyden önce ortak bir yenilgi : Avrupa sosyal demokrasisinin yenilgisi. Avrupa Sosyalist Partisi bayrağı altında toplanan sosyalist ve sosyal demokrat partiler, yeni üye ülkelerde olduğu kadar, Avrupa Birliği'nin kurucusu ülkelerde de önemli oranda gerilediler. Krize rağmen, sorumluluğunu taşıdıkları mali krize rağmen, sağ, seçimlerden başarılı çıktı. Mali, ekonomik ve sosyal kriz politik bir kriz yarattı : Sosyal demokrasinin krizi.
İşçi hareketlerinin uzun süreli mücadelesi sonucu, sosyal demokrasinin toplum projesi, sosyal devlet, özellikle 1945 yılından sonra Avrupa ülkelerinde hayata geçirildi. Giderek savunulan değerlerin büyük çoğunluğu, sağıyla soluyla tüm siyasi hareketlerin ortak değerleri haline dönüştü. Sosyal demokratlar kültürel olarak Avrupa'ya damgalarını vurdular ve kıta avrupanın sağı hiç bir zaman bütünüyle ultraliberalizme düşmedi. Hata sağın solculaşması gibi bir olgunun varlığından bile söz edilebilir. Sonuçta sosyal demokrasinin tarihsel programı gerçekleşti ve yeni bir şey üretemeyen sosyal demokrasi tükenmeye başladı. Sosyal demokrasi değişen dünyaya uygun yeni bir toplum modeli oluşturamadı.
Kriz sadece endişe, korku ve korumacılığı kışkırtmıyor, aynı zamanda güvensizlik duygusunu, kimliğini yitirme korkusu ve göçmen sorunlarını ön plana çıkartıyor. Bu talepler karşısında sağın durumu daha rahat ve sağ bu konuları rahatça kullanabiliyor.
Toplumda bu korkular var ama bunu toplumun sağa kayması olarak analiz etmek pek de doğru değil. Çünkü bütün bu olumsuz gelişmelerin yanı sıra yeni bir dayanışma biçimi ve paylaşımcı demokrasi arayışları da var. Ama sosyal demokrasinin bu arayışlara bir yanıtı olmadığı yok.
Avrupa'nın krizi : globalleşme
Seçim sonuçları sadece sosyal demokrasinin değil, aynı zamanda Avrupa'nın krizi olarak ta ortaya çıktı. Katılma oranının düşüklüğü bunun bir göstergesi.
Avrupa'yı Hristiyan Demokratlarla Sosyal Demokratlar birlikte kurdular. Bunlardan birincisi etkisini yitirmiş durumda. Sermaye ve işgücü ile devlet ve pazar arasında kurulan bir uzlaşma üzerine inşa edilmiş olan sosyal demokrasi ise çıkmazda. Uzlaşma globalleşmenin etkisiyle bozuluyor. Yeni bir uzlaşma yaratılması gerekiyor ama nasıl.
Öte yandan, Avrupa'nın politik bir kimliğe dönüştürülmesi çabaları bugüne kadar gerçekleştirilemedi. 1952 yılında 5 ülkenin imzaladığı Avrupa Savunma Birliği'nin ve Avrupa Devletleri Federasyonu'nun kurulmasını öngören geçici anayasa Fransız parlamentosunda gaulist-komünist koalisyonu tarafından reddedildi. 1961 yılındaki benzeri girişim de sonuçsuz kalınca, Avrupa ekonomik bir modele hapsoldu.
Bu model günümüzün sorunlarına yanıt veremiyor. Avrupa dünyanın içinde bulunduğu yeni duruma ayak uyduramıyor. Bunun sonucunda da, bu konudaki girişimler ulusal düzeyde ele alınmaya başlanıyor. Fransa, Almanya ve İngiltere kendi çözümlerini yaratmaya çalışırken, birliğe yeni katılan ülkeler Amerikan politikalarının arkasından gidiyorlar.
Avrupa'nın globalleşme içinde nasıl yer alacak? Avrupa kimliği ne olacak? Siyasi bir Avrupa nasıl oluşturulacak? Bu soruların yanıtları aranıyor. Burada Türkiye'nin üyeliği konusundaki tartışma da bir anlam kazanıyor. Avrupa Türkiye üzerinden kendi geleceğini de tartışıyor aslında.(SŞ/EÜ)