Nazi Almanyası ve Holokost ile yüzleşmede Almanya’nın kendi tarihiyle yüzleşme süreci önü, ardı, sağı, solu sahiplenilmemiş katliamlarla dolu olan Türkiye ile karşılaştırıldığında çok farklı.
2. Dünya Savaşı’nın yenilgisi, bombalanan kentler, sakatlanan nesiller, açlık, işsizlik ve işgali düşündüğümüzde Almanya’nın tüm bu “kendi” sorunları varken Holokost’la yüzleşmeleri, yaşadıkları onca sıkıntı varken bir de neden bir soykırımın yükünü yüklenmeyi kabul etmeleri oldukça şaşırtıcı.
Bu, bilhassa yüzyılın ilk soykırımının gerçekleştiği bu topraklarda, ne Ermeni, ne Süryani, ne Kürt, ne de Alevilere yönelik katliamlarla yüzleşmek şöyle dursun, bu yoldaki en ufak sesleri “hainlikle” suçlayan bu ülkede, anlaşılması çok daha zor bir sorumluluk algısı.
Peki bu sorumluluk nasıl oluştu?
Güneş balçıkla sıvanmaz. Nasıl ki 1,5 milyon Ermeni yeryüzünden “pof” diye silinmediyse, Auschwitz’in duvarları da kendiliğinden kararmadı.
Ama bir nesil, kendi anne-babalarının sorumluluğu ile nasıl yüzleşti?
Yüzleşmek, acılı bir süreç.
Ben bunu kendi deneyimimden biliyorum.
Sorumluluğu, bilhassa da kendi yapmadığın bir suçun sorumluluğunu kabul etmek kolay değil. Bu yüzleşme, bugüne kadar “kahraman” olarak inandıklarının yaptığı kötülüklerle yüzleşmek, yani en güvendiklerin tarafından yalanlarla büyütüldüğünle yüzleşmek anlamına geliyor.
Tüm inandıklarının yerle bir olması, eski inandıkların yerine yenilerini inşa etmek zorunluluğunu getiriyor.
Geçmişine ve bugününe güvenini kaybetmeyi, “uğruna ölmen” gereken değerlerin uğruna, kimlerin “öldürüldüğünün” farkına varmak anlamına geliyor.
Atalarınız mağdur değilse, yüzleşmek çok acı veriyor.
Bu nedenle merak ediyorum:
Almanlar bu sorumluluğu neden kabul etti?
Bu yüzleşmeye dair sorularım bugüne kadar hep bir çeşit kahramanlık öyküleriyle cevaplandı. Bana bugüne kadar anlatılanlar genelde ’68 Berlininin ruhuyla anne babalarına hesap soran asi gençler, Nazilere karşı direnişi örgütleyen, savaş sonrası Şansölye olan Willy Brandt’ın nasıl toplumu ileri taşıması gibi hikayelerdi.
Ama kimse bana gerçekten nasıl yüzleştiklerini anlatmamıştı.
Bu cevabı, şans eseri YouTube’da denk geldiğim bir belgeselde buldum.
A Child for Hitler, BBC’nin hazırladığı Forty Minutes serisinin bir bölümü. Seri, birbirinden bağımsız 40 dakikalık belgesellerden oluşuyor.
Catrine Clay’in yapımcılığını yaptığı 1992 tarihli belgesel, Nazi rejiminin “kendi çocuklarına” verdiği zararı anlatıyor. Yani soykırım suçlularının kendi çocuklarına ödettikleri bedeli.
Belgesel Lebensborn evlerinden birinde doğan Renate Jeckeln’in kendi geçmişiyle yüzleşme hikayesi.
Lebensborn Programı, Nazilerin “aryan nesiller” yaratmak adına kurdukları, “aryan özelliklere” sahip kadınlarla üst düzey SS subaylarının çocuk yapmasını sağlayan bir program.
Reneta Jeckeln’in biyolojik babası yaklaşık yüz bin Yahudi, Roman ve komünistin ölümünden sorumlu Friedrich Jeckeln.
Friedrich Jeckeln, 1946’da savaş suçlusu olarak idam edildiği için Reneta hayatı boyunca babasını hiç görmemiş.
Belgeselde, annesinin ona babasının öldüğünü söylemediğini, çocukluğu boyunca babasını beklediğini anlatıyor.
“Evdeki pastadan bir dilim de ona ayırırdım. Gelirse diye...” diyor.
Babasının kim olduğu ile yüzleşmesi ise annesine hesap sorarak olmuş. Mektuplaşmalarını okumak istemiş.
Mektuplarda Friedrich Jeckeln’in ne kadar mükemmeliyetçi olduğunu, annesi ve kendisiyle ilgili yazılarında ne kadar şefkatli olduğunu hissetmiş.
Bu anlamda babası hakkında anlatılanlar ile annesinin ona anlattığı kişi ve mektuplardan okudukları çok farklı.
Annesi ona babasına ne kadar çok benzediğini, hem fiziksel olarak hem de karakteriyle onu andırdığını söylermiş.
Renate’nin kendi yüzleşmesi biraz da bu vurgunun üzerinden.
Bu kadar benzediği bir adamın kim olduğu kadar kendisini de tanımlama süreci.
Bu nedenle Reneta belgeselde, babasını ilk elden tanımış olan kişilerle görüşüyor. Ama bu kişiler, babasının okul arkadaşı, komşusu ya da akrabası değil. İşkence ettiği kişiler, öldürdüğü kişilerin aileleri, arkadaşları.
Bu babasının kim olduğunu, yani geçmişini öğrenmek için yola çıkan bir insanın karşılaşabileceği en büyük zorluklardan biri. Ayrıca o insanların yaşadıklarını, acılarını paylaşması ise bir o kadar cesurca.
Bu yük nedeniyle zaman zaman gözyaşlarını tutamasa da beni en çok etkileyen şeylerden biri, Renate ile konuşanlardan birinin söylediği şu sözdü:
“Babaların suçlarını çocuklar çekmez. Ben seni hiçbir şey için suçlamıyorum. Bu nedenle seninle görüşmeyi istedim. Ama bu yaşananlar gerçekti. Ve anlatılmalı.”
Bu gerçek, mağdurların ve onların çocuklarının olduğu kadar faillerin ve onların çocuklarının da gerçeği.
Bu nedenle, belgeselin sonunda Renate şunu diyor:
“Sonunda anladım. Babama çok benzeyebilirim. Ama biz çok farklı kişileriz. Ben o değilim, Renate’yim.”
Bu nedenle, bizim için de, geçmişle yüzleşmek sadece yaraların sarılması, zararların telafi edilmesi için gerekli değil.
Gerçek anlamda kendimizi tanımak için gerçeklerle yüzleşmek zorundayız. Aksi halde kimliğimiz, atalarımızın silik bir suretinden başka bir şey olmayacak. (EA)
Fotoğraf: Alex Baker Photography