İstanbul Kültür ve Sanat Vakfı'nın 2005'te Yaşam Boyu Başarı Ödülü'nü almak üzere Türkiye'ye gelen Sophia Loren'e mihmandarlık etmek üzere büyük velveleyle görevlendirilmiştim; fakat ona eşlik eden emprezaryosu ve vakfın bir üst düzey yöneticisi yakın markajı uygun görünce kendisiyle temasım asgari seviyede kalmıştı.
Gene de, aslında favori aktrislerim arasında yer almadığı için mi ne, beklemediğim şekilde cazibesine kapılmıştım. Günümüzde fazlasıyla enflasyona uğramış, aslında opera sanatçılarına münasip görülen diva sıfatını hak etse de, divalık mevzubahis olduğunda mazur görülen şımarıkça davranışlardan hiçbirini sergilememişti.
Loren'in ciddiyetinin arkasında sakladığı muzipliğine, zekâsıyla gayet iyi idare ettiği diplomatik tavırlarına, temsil ettiklerinin azametine rağmen tevazusuna ve fazla konuşmaya gerek duymadan muhteşem gözleri aracılığıyla iletişim kapasitesine hayran olmuştum.
Benim tanıdığım Aldo Baldini için de aynı meziyetleri saymak hiç de zor olmasa gerek!
İstanbul'da nesli tükenmiş centilmenlerden biri değil miydi o?
Asırlar boyunca İstanbul'u İstanbul yapan özelliklerinden Levanten kültürünün son "asil" temsilcilerinden olduğunu kim yadsıyabilirdi?
Yıllarını verdiği uğraşılarında, başarılarla taçlandırdığı binicilik çevresinde veya Casa d'Italia'da üstlendiği muhtelif görevler hakkında övündüğünü hiç duyan olmuş muydu?
Tercümanlık kariyerimde bana başından itibaren destek olan, Tepebaşı'ndaki tiyatro salonunun sahnesinde, asla rol çalmadan bir sanatçıyı sunarken soğukkanlı olduğu kadar hafif ve sıcak, lafı uzatmayan ve konuşmanın özünü aktaran çeviri ustası o değil miydi?
Kadınları seven, flört ederek kendilerini iyi hissetmelerini sağlayan, güzel ve arzulanır varlıklar olduklarını onlara hatırlatan, yaşça ondan epey büyük olmasına rağmen annem gibi kadınları bile nazik, kibar ve ilgili tavırlarıyla cezbeden oydu!
İşgal ettikleri makam yüzünden itaatkâr olunmasını bekleyen taşralı bürokratlara karnı tok olduğundan mı ne, bana alttan alta işbirliği ve dayanışma enerjisini hissettiren, eşitmişiz gibi daima hürmetle muamele eden, yalnız kadınlarla değil, erkeklerle de flört etmenin mümkün olduğunu teyit eden, iri yarı bir cüsseye sahip olmamasına rağmen bana daima güven aşılayan da Aldo'ydu.
Onu 14 Mayıs 2023'te sanki "aniden" kaybettik; ailelerimiz nesillerden beri tanışıyor olmasına rağmen iyice dağılan Levanten cemaatinde birbirimizi görmez olmuştuk; hayat şartları bizi adeta evimizmiş gibi sevmeye alıştığımız mekânlardan uzaklaştırmıştı.
O yüzdendir ki hayatımda ilk defa birisine veda edememiş gibi hissediyorum kendimi ve Aldo'nun mutlaka bildiğine, hatta sevdiğine emin olduğum bir şarkıyla, mazide İstanbul'un Lingua Franca'sı olan, bir dil cambazı sıfatıyla onun da gayet iyi konuştuğu dillerin birinde selamlıyor, Sophia'nın mütevazı dansını da ona ithaf ediyorum!
Yetenekli ve çalışkan
Loren'in ön plana pek çıkmayan bir özelliği olsa da, belki dönemin modasına uyarak şarkı söylediğine, hatta bunu muhtelif dillerde yaptığına şahit oluyoruz "Sophia!" adlı belgeselde. Mevzuya hâkim uzmanlar "büyük" bir sesinin olmadığı konusunda hemfikirler sonuçta, fakat mühim olan, kendini daima geliştirmeye adamış Sophia'nın bu işten de alnının akıyla çıkması ve tatlı sesiyle asla detone olmamayı başarması.
Yönetmenliğini Marco Spagnoli'nin kotardığı, İtalya resmî yayın kurumu RAI'nin desteğiyle çekilmiş 2022 yılı yapımı 107 dakikalık belgesel bizi yalnız İtalya'nın değil, dünya sinemasının artık geride kalmış şaşaalı dönemine sürükleyip zengin arşiv malzemesiyle muhakkak ki seyircisini ihya ediyor.
Küstahlık etmek gibi olmasın ama, günümüz İtalya sinemasının onu örnek almış bazı kadın yıldızları Sophia hakkkında uzun uzun kameraya konuşurlarken onun yaydığı auraya yaklaşmaları bile sözkonusu olmuyor, ki öyle bir iddiaları da yoktur diye düşünüyorum.
Savaş kötüdür!
Filmde, Napoli'nin artık bir mahallesi haline gelmiş Pozzuoli'de, 2. Cihan Harbi döneminde büyümüş, annesi ve kızkardeşiyle savaşın dehşetini, sefaleti, açlığı yaşayarak hayata atılmış, üstelik tüm bunlara babası olmadan göğüs germiş Sophia'yı mercek altına alıyoruz. Çizmenin gayet tutucu, hatta gerici bir mantaliteye sahip coğrafyasından gelen bir kadın olarak mazinin acıtan taraflarını geride bırakmak üzere cesaret ve azimle çalıştığını, yine de mahallenin fesat kesimi tarafından lanetlenmekten kurtulamadığını görüyoruz.
Sophia evli bir adam olan Carlo Ponti ile beraberdir, gerici İtalya'da boşanmak dinen mümkün olmadığı için yurt dışında evlenmişlerdir. Dinin baskısı altındaki bir toplumda, dinî otoritenin öngördüğü şekillerden farklı davrananları linç etme salahiyetini kendilerinde gören Pozzuolili kadınların Sophia'da isyankâr, başına buyruk, güçlü ve hür kadını görmemeleri, onu destekleyip yüceltmemiş olmaları ne kadar acı değil mi?
Oysa annesinin resmen evlenmemiş olduğu babasının eksikliğini çocukluğunda çekmiş ve kendini "gayrimeşru" bir münasebetin meyvesiymiş gibi hisseden Sophia bu travmasından kurtulabilmek için Ponti'ye sarılmış, onu bir koca, bir baba, sırtını yaslayacak bir çınar gibi görmüş.
Hollywood dönemi başlıyor...
Tabii ki Ponti'yle birlikteliği, Sophia'nın Hollywood macerasının başlangıç yıllarında, dönemin büyük yıldızı Cary Grant'le flört etmesine engel olmamış. Dedikodu çarklarını çılgınca döndürmüş olan bu hadise hakkında Sophia bıyık altındaki gülümsemesini saklayamayarak, "İnsan iki kişiye birden âşık olabilir... sonuçta kocamı seçtim!" deyip ağzından laf almaya çalışanları bloke ediyor. O dönemde, o nesil tarafından dile getirilmesi mümkün olmayan eşcinsellik mevzusunu da Cary Grant'le ne kadar ahenkli bir birliktelikleri olduğunu ifade ederek pasifize ediyor.
Belgeselde kâh fotoğraflar kâh arşiv görüntüleri sayesinde Loren'in beraber çalışmış olduğu dünya sinemasının başka jönleriyle de hasret gideriyoruz. Jean Paul Belmondo, Frank Sinatra, Marlon Brando, Anthony Perkins ve benzerleri bir yana, Sophia'nın yıllar boyunca, büyük bir uyumla çalıştığı Marcello Mastroianni, kariyerinde ve genel anlamda tüm hayatında özel yer tutmuş olduğundan filmin mühim bir bölümünü oluşturuyor.
Mussolini'nin Hitler'i Roma'da misafir ettiği gün, rejim destekçisi olmasına rağmen kocası tarafından liderleri selamlamaya bile götürülmemiş ev kadını (Loren) ile toplumun dışladığı faşizm karşıtı eşcinselin (Mastroianni) birkaç saat süren karşılaşmasını Ettore Scola 1977 yapımı "Özel Bir Gün" (Una giornata particolare) adlı filmde layıkıyla ölümsüzleştirmişti.
Vittorio De Sica faktörü unutulmamalı
Aslında Sophia'nın bilhassa 60'lı yıllardan itibaren dünya çapında tanınmasına, hatta A.B.D.'de Akademi Ödülü almasına sebep olan eser "Kızım ve Ben" (La Ciociara) olmuştu. Alberto Moravia'nın bir kitabını Cesare Zavattini'nin senaryoya dönüştürmesiyle ortaya çıkan filmin yönetmeni Vittorio De Sica Sophia'yı keşfettiği andan itibaren kapasitesine güvenmiş, onu elinden tutmuş, senelerce eğitmiş, elindeki tüm bilgilerle donatmış, bu sayede Sophia için de ayrı bir baba figürü oluşturmuş.
Çocukluğunda, elindeki baston ve özel yürüyüşüyle taklit etmekten dolayı dayak yemiş olduğu Charlie Chaplin'le sonradan çalışmış olması, Loren'in gurur tablosundaki bir diğer anekdot.
Bir zamanlar hayran olup öykündüğü aktrisler arasında Rita Hayworth, Joan Fontaine ve Olivia De Havilland'ı sayıyor, yine Vittorio De Sica'nın "Dün, Bugün, Yarın" (Ieri, oggi, domani) adlı filminde striptiz sahnesini daima koruduğu ironi sayesinde kotarabildiğini belirtiyor. Eskiden beri oynamak isteyip oynayamadığı rol içinse Sophia Loren "Anna Karenina" diyor.
1982 yılında, vergi kaçırma iddiasından dolayı, kendi rızasıyla İtalya'ya dönerek 17 günlüğüne de olsa hapis yatıp çıktıktan sonra hayatını başından itibaren bir mücadele alanı olarak gördüğünü, kendisine ihanet etmeyip ilkelerine daima sadık kaldığını bu vesileyle tekrar ifade ediyor.
Sonuçta seyirci, belgesel televizyon estetiğiyle çekilmiş olsa da, cazibesi Tanrı vergisi bir insanın sadece güzellikle değil, kendini daima geliştirerek ayakta kalışına ve dünya çapında bir sinema kariyeri gerçekleştirmesine şahit olup Loren'i derinden takdir ediyor.
Haa, unutmadan... Sophia ile Aldo hiç karşılaştılar mı bilmiyorum. Alımlı yıldızın belki çok önceki İstanbul ziyaretinde beraber hoş vakit geçirmiş olabilirler; fakat tahmin ederim ki bakışlarıyla çok şey söyleyen bu iki flörtçü insanın, bir zamanlar İstanbullular için bir refleks durumu olan "leb demeden leblebi..." misali, hızla birbirlerini anlamış olmaları çok yüksek ihtimal!
(RL/AÖ)