"Keser gibi, hep bana, hep bana değil!
Testere gibi bir bana, bir sana…"
Filmdeki bir kareden…
Türkiye’nin yakın dönem tarihi yazılırken, inanıyorum ki; mahpushaneler, işkenceler ve insan tekine yine insan eliyle yapılan zulümler, bir de bunların izleri çok ayrı başlıklar altında yazılacak, kayıt altına alınacak. Belki de yazılmak ve kayıt altına almakla yetinilmeyecek! Bu ezaya reva görülenlerin; ideolojileri, etnik kimlikleri, inançları nedeniyle bu zulmü yaşayanların, hesap sorma haklarının olması gerektiği ilkesinden hareketle aleni bir “yüzleşme” ile bir nebze olsun hayata yeniden başlamalarına “merhem” olunabileceğini vurgulamak da gerekecek düşüncesindeyim.
Doksanlı yılların bölge gerçekliğinde üç yıl süreyle 200 kilometrelik yolu 15 günde bir, sabah gidip akşam dönmek şartıyla hayatının bir döneminde yaşayan, açlık grevlerini de, görüş gününde kapıdan döndürülmeyi de, baskıları da, ezayı da, cefayı da yaşayan bir “siyasi tutsak” kardeşi olarak yakından bilirim. Mahpusluğun, mahpus tekinin çıktıktan sonraki hayatının, bizatihi bedeninde de, ruhunda da ne onulmaz yaralar ve acılar açtığını yine yakından bilenlerdenim.
Kendi insanına karşı acımasız ve zalim ruh hâli içinde olan bu tuhaf ülkede; muhalifseniz, solcuysanız, üstüne üstlük Kürtlük, Alevilik, Ermenilik gibi ötelenen kimliklerden birine de sahipseniz, bu acıları daha katmerlisinden yaşamanız sürpriz olmuyor bu ülkede…
İşin açıkçası Özcan Alper’in Sonbahar filmini izlerken darmadağın olmuş bir ruh hali içinde buluverdim kendimi!
2000 senesinin 19 Aralığı ve sonrasını anımsayanlar, biliyor. Türkiye mahpushanelerinde siyasal tutuklular için “tek tipler” ve “F tipi” diye tabir edilen hücre sistemine direnişlere karşı, devletin “Hayata Dönüş” adı altında uyguladığı vahşetin adıydı mahpusluk. Sonu, açlık grevlerinde, ölüm oruçlarında biten hayatların, kamuoyunda “duyarlık” yaratmak adına seslenişiydi F tiplerine karşı duruş.
Garip bir ülkedir Türkiye! Yaşananlarla ilgili, doğrudan ilişkiniz yoksa hemen her olayda bir umursamazlık ve “adam sende”cilik vardır bu ülke gerçekliğinde. Kürt değilseniz Kürt sorunu sizin dışınızda bir başka gezegende yaşanıyormuş kadar ilginizi çeker. Alevi, eşcinsel, Hıristiyan, başörtülü, vicdani retçi ya da her ne iseniz; çoğunluk diye tabir edilenlerin dışında “öteki” iseniz ancak sizin gibi “diğer ötekiler” sizi anlar ve yaranıza merhem olmak için de kendini paralar.
Özcan Alper’in Sonbahar Filmi, işte aynen bunları yapmış. İdeolojik ve sloganlaştırılmış bir tarza kaçmadan 19 Aralık 2000’de “Hayata dönüş” adı konulan vahşetin izleğindeki bir kareden yola çıkarak “ciğerleri iflas etmiş” ve ölüme ancak bir “baharlık” vakti kalmış bir mahkûmun hayata tutun(ama)masının hikâyesini paylaşmış.
Sonbahar, Doğu Karadeniz’in insanı büyüleyen doğasını adeta izleyicinin kendisi de içindeymiş gibi bir hissiyat uyandırarak çekilmiş. Filmde tercih edilen Hemşince (Doğu Karadeniz Ermenicesi) Dili için özel bir gayret gösterilmiş. Ana rolünü üstlenen köylü kadın hayatı boyunca hiç film izlememiş ve bir sinema filminde daha önce hiç oynamamış. Oyuncu Onur Saylak da oyununun hakkını vermek adına epeyce bir süre “ana”sı ile aynı evi ve aynı dili paylaşmış. O denli ki; “yerli” insanlar film esnasında ve film bittikten sonra oyuncu Saylak’ın “Hopalı” olduğunu dile getirmişler.
İşin doğrusu, Sonbahar; yönetmeninin de derdini dillendirmesi çerçevesinde, topraklarına olan vefa borcunu bihakken ödemenin yanında, “dava” arkadaşlarına karşı sanatın ve sinemanın görselliği ile de bir borç ödeme filmi olmuş. Aynı zamanda çöken “reel sosyalizmin” uygulamadaki eski ülkesinin yurttaşlarının yaban ellerde “fahişe”, ya da kendi ülkesinde “hırsız” durumuna düşürülmesinin vicdani ve sosyalist tahammülsüzlüğünün de vurgusuna mazhar olmuş Sonbahar.
Kimi kez Yeşim Ustaoğlu’nun usta işi filmi Bulutları Beklerken’deki kameranın konulduğu yerden insanı içine çeken sahneleriyle! Kimi kez Amelie Edgü’nün küratörlüğünü yaptığı “Doğu Karadeniz’de Kırsal Mimari” resim sergisindeki harika evlerin bir köşesinde, ya da penceresinden baktığınızda çarpılacağınız ve sanki binlerce yıldır orada yaşadığınızı hissettirecek görsellikte ve belgesel tadında. Kimi kez de Yunalı Yönetmen Teo Angelopoulos’un Sonsuzluk ve Bir Gün filmindeki yalnızlık ve deniz, bir de dalgalar sahnelerini anımsatan kareleri var Sonbaharın!
“Rus romanlarından çıkmış gibisin. Seninle sonsuzluğa ve zamana doğru bir yolculuğa çıkmak isterdim” diyor kasabasında tanıştığı “fahişe” Rus kadını. Benzer ümitvar “varoluşlara” rağmen, yaylaya sanki “sonkez” çıkmak istenci ile birlikte ölümü ve yenilgiyi kabul edişin (Belki de Türkiye Solunun da yenilgisinin!) tercihi manasında da bir film olmuş Sonbahar.
Son otuz yıldır Türkiye’nin siyasal atmosferinde sadece Türkiye ile sınırlı kalmayıp dünyada da kendini hissettiren Kürt Mücadelesinin sadece bir ayağının “dilde, anadilde ısrarın” yansıyan yüzünün Hemşince vurgusunun izleyicide yarattığı “heyecana” kendi adıma katkı sunması ve bu ülkede yaşanan acılara sinema sanatının olanca görselliğini ve mekân tercihlerini de katarak yürekli bir sunumu olmuş Sonbahar filmi. Profesyonel ve amatör oyucuları, senaristi, yönetmeni ve yapımcıyı kutlarken, hararetle önermek niyetindeyim Sonbahar’ı…(ŞD/EÜ)