Mevsim sonbahar. Ömrün son baharı... Ana öyküsünü, kullanılmaktan lime lime olmuş bu çağrışım üzerinden kurmakla kalmayıp bir de Fatih Özgüven’in söylediği gibi, “kendine kısaca ‘Sonbahar’ adını verme cesareti gösteren” bir filmle çıkageldi Özcan Alper. Yeni Türk sinemasına ‘sol’dan çok sağlam ve çok şairane bir çıkış yaptı bu ilk filmiyle. Böylece, F tipi cezaevlerindeki direnişi kırmak amacıyla 19 Aralık 2000’de başlatılan ve insanlığımızdan utandıran bir arsızlıkla “Hayata Dönüş” olarak adlandırılan saldırının yıldönümünde, “sabırsızlık zamanının güzel çocuklarına” bir selam gönderilmiş oldu.
Sonbahar filmi üzerine yazılan yazılara, Nâzım şiirlerinin, Kazım Koyuncu şarkılarının, Çehov öykülerinden alıntıların eşlik etmesi ya da yazıların hep edebi bir tarza sürüklenmesi tesadüf değil. Film üzerine düşünürken benim de dilime bir Teoman şarkısı dolanıveriyor: ‘Yağmur da yaşatmaz seni güneş de artık mevsim sonbahar’. Bir filmin şiirselliği tek başına bir değer olmayabilir, fakat Sonbahar filminin görsel anlatımdaki başarısı ve filmin içerdiği edebi referansların yerli yerindeliği sayesinde bu lirik anlatım da başlıbaşına bir değere dönüşüyor. Sonbahar her şeyden önce “süzülmüş” bir film, büyük laflardan, yüce gönüllü kahramanlardan ve bütün büyük anlardan, hikâyesi anlatılan “siyasi” karakter(ler) lehine namusuyla feragat etmiş ve bu hikâye lehine “geriye çekilmiş” bir film.
Siyasi iktidarların F tipi cezaevi inadını ve bu inadın kıyım kıyım kıydığı gencecik insanlara reva görülenleri hissediyoruz bu film aracılığıyla. “Hissediyoruz” diyorum; zira bunları filmde pek az görüyoruz. Meseleyi esas olarak, Doğu Karadeniz bölgesinin yükseklerinde küçücük bir ev, oğul hasretinin dermansız bıraktığı bir ana ve “suskun bir Yusuf” aracılığıyla anlatmayı tercih ediyor yönetmen. Sağlık nedenleriyle tahliye edilen Yusuf memleketi Hemşin’e dönüyor. Tanıdık bir tema değil mi? Fakat belki de Yusuf, kudreti baki kalmış bir “babaevi”ne değil de, yoksul ve yorgun bir “anaevine” döndüğü içindir, yenilgi ya da teslimiyet içermiyor bu dönüş. Hatta dönüş de değil bu, sadece yeni bir evreye geçiş: Yazdan sonbahara geçiş gibi zorunlu ve doğal bir geçiş, doğanın kucakladığı bir geçiş. Bu geçiş tamamlandığında, tereddütsüz biliyoruz ki, Yusuf’a bir şans daha verilseydi, o yine Yusuf olmayı seçerdi. Boğazımızı bir yumruk gibi tıkasa da, gözyaşlarına boğularak izlenen türden bir film beklemesin kimse. Ağlayarak rahatlayamıyoruz. Bu filmin bizim gözyaşlarımızla bir işi yok çünkü.
Karşılaşmalar
Yusuf’un hayatını bir yenilgi hikâyesi olarak görmüyor olmamız, eve dönüşüyle başlayan ve filmin güçlü senaryosunun omurgasını oluşturan karşılaşmalar sayesinde mümkün oluyor. Anneyle (Raife Yenigül), çocukluk arkadaşı Mikail’le, köyden küçük bir çocukla, dava arkadaşı Cihan’la ve nihayet, hayatını fuhuş yaparak kazanan, genç Gürcü kadın Eka’yla (Megi Kobaladze) karşılaşma. Bunların her biri ince ince tasarlanmış karşılaşmalar. Anneyle karşılaşmadaki dokunaklı inceliği anlamak için filmin bir karesini görmek yeterli. Dışarıda, gri hırkası ve elinden düşürmediği sigarasıyla, dağlara doğru bakan Yusuf ve küçük evinin penceresinden oğluna adeta yarı gizlenerek bakan Raife Ana. “Oğul, oğul, oğul” diyor sanki usulca, “çok üşürsün sonra...” Filmin en hüzünlü buluşması bu; vurulup düşen, hapislerde çürütülen binlerce oğulun ardında -acıyla, sabırla, aşkla bile olsa- bakmaya kıyamayan binlerce ana var işte... Eka ile karşılaşma ise, sosyalizmin Sovyet tecrübesine en ağır bedeli ödeyen kadınların dramıyla karşılaşma aynı zamanda. Eka sosyalizm uğrunda on yılını hapiste geçirmiş Yusuf’a “delisin sen” diyerek aralarındaki bu çelişkiyi açığa vuruyor. Yusuf ve Eka arasında gelişen aşk kadar, filmin tek sevişme sahnesinin sonunda yer alan film karesi de umut yayıyor. Yatağın iki tarafında anne karnındaki bebek masumiyetiyle uyuyan yalnız ve kırılgan iki bedenin -her şeye rağmen yaydığı- yaşama arzusundan doğuyor bu umut. Bu sahnenin görüntü kompozisyonu da olağanüstü güzellikte ve çok sarsıcı.
Filmin anlatısındaki başarı, kalbinin “normal olarak solda” olduğunu filmiyle en net biçimde söyleyen yönetmenin beslendiği kaynaklarla da ilişkili. Özcan Alper sola edebiyattan bilhassa Rus edebiyatından giriş yapmış bir sanatçı. Ancak bu, Rus klasiklerindeki birçok karakterin hayatın çelişkileri karşısında sergilediği türden, sonsuz bir iç müzakereyi içeren bir solculuk. Filmde Eka, Yusuf’a “Rus romanlarından kaçmış gibisin” diyor. ‘Tallin Siyah Geceler Film Festivali’nde tanışma şansı bulduğum yönetmenin kendisi için de pekala söylenebilir bu: Güzel insanlara, güzel zamanlara müthiş bir inanç besliyor. Özcan Alper’i Tallin Üniversitesi’nde öğrencilerle buluşturduğumuzda, artık ancak bir “roman kaçağında” görülebilecek türden bir ciddiyetle yapıyor söyleşisini. Eski bir Sovyet Cumhuriyeti olan bu ülkenin öğrencilerine, filmin derdini anlatmaya uğraşıyor. Eston ülkesinin “işgal yılları” olarak hatırladığı sosyalizmin, Türkiye’de nasıl olup da birkaç kuşağın hayatını adadığı bir düş olabileceğini sabırla tartışıyor.
Sonbahar, neredeyse yitip gitmekte olan bir dile, Hemşince’ye yer açtığı, ömrünü uzattığı için de önemli. Filmin başarısında çok önemli bir pay da Onur Saylak’a (bazı okurlar onu ‘Asi’ adlı TV dizisinden hatırlayabilir. Orada da Ziya adlı karakteri başarıyla oynuyor 1) ait. Saylak minimalizmin doruklarında bir performansla ve müthiş derecede içselleştirilmiş bir karakterle çıkıyor izleyicinin karşısına. Gerçekten de ancak bu kadar şahane bir “Yusuf” olunabilirdi. Kısacası, adını hüznün ve kederin mevsiminden alan Sonbahar sevinçle karşılanmayı hak eden bir film.(SÇ/EÜ)
* Şu an Talin Üniversitesi'nde konuk öğretim üyesi olan Ankara Üniversitesi öğretim üyesi Yrd. Doç. Dr. Sevilay Çelenk'in yazısı Radikal2'nin 21 aralık tarihli sayısında yayınlandı.