Yunan mitolojisindeki çok tanrılı efsanelerden biri olan Pandora’nın Kutusu’nu bilirsiniz. Mitolojiye göre Prometheus, tanrıların en büyüğü olan Zeus’tan ateşi çalar ve insanlara götürür. Zeus intikam almak için sadece erkeklerin yaşadığı dünyaya, Pandora adlı bir kadını demirciler tanrısı olan oğlu Hephastitos’a yaptırıp gönderir. Zeus içinde kötülüklerin bulunduğu bir kutuyu Pandora’ya verir ve o kutuyu asla açmamasını söyler. Dünyadaki ilk kadın olan Pandora, Prometheus’un kardeşi Epitmesheus ile evlenir. Zeus’u dinlemeyen ve merakına yenilen Pandora kutuyu açar. Salgın, savaş, kıtlık gibi birçok kötülük dünyaya yayılır. Pandora pişman olur ve kutuyu kapatır. Ancak kutuda son bir kötülük kalmıştır o da umuttur. Söylenenlere göre Zeus bunu bilerek yaptı; insanların yaşadıkları kötülükler karşısında sürekli eziyet çekmelerini ve bunun için yaşamaktan vazgeçmemeleri için kutuya umudu koydu.
Çok uzatmadan sözü geçtiğimiz haftalarda İzmir’de yaşanan deprem ve sonrasında meydana gelen bazı gelişmelere getirmek istiyorum. Depremde bazı binalar yıkıldı ve iki yüze yakın insan hayatını kaybetti. Buraya kadar bu memleket için “normal” diyoruz. Nihayetinde deprem ülkesi; dere yataklarında inşaata imar izni çıkar, inşaatlar yapılırken resmi kurumlar tarafında denetlenmez, binalar çöker, insanlar ölür vs. İnsanın, doğanın merkezde olmadığı, rantın, devletin, iktidarın kutsandığı bir ülkede yaşadığımız için bütün bunlar bize yabancı gelmiyor maalesef. Kanıksamadık desek yalan olur sanırım. Acı ama gerçek…
Depremden hemen sonra İzmirlilerin yaşam biçiminden dolayı depremin gerçekleştiğine dair deli saçması paylaşımlar sosyal medyada yayıldı. Çok şaşırmadık yazılıp paylaşılanlara. Yeri geldiğinde yüzde doksan dokuzu Müslüman olduğu vurgulanan bir memleket burası nasıl olsa (tabii bu iddia edilirken çoğu zaman Müslüman olmanın ahlaklı, vicdan sahibi, sofrasındaki lokmayı paylaşmayı bilen buna karşılık olarak da Müslüman olmamanın bunları barındırmayacağı kinayesiyle söylenir.) Kuvvetle muhtemel, memleketin yüzde 99’unun Müslüman olduğunu iddia eden kesimdeki bir kısım insan tarafından yayılan bu paylaşımlar çok tepki gördü. Ancak daha vahim gelişmeler bundan sonra yaşandı. Depremden 91 saat sonra kurtarılan bir çocuğun bedeni üzerinden bir umut edebiyatı yapıldı ki sanki bu deprem hiç olmamış, iki yüze yakın insan ölmemiş ve yaşanan bu “mucize” ile ülkedeki bütün sorunlar bir anda çözülmüş gibi bir atmosfer yaratıldı. Dahası bazı insanlar, şirketler, holdingler bu durumdan nemalanarak “hayat boyunca yanında olacağız, destekleyeceğiz…” diyerek reklam yarışına girdiler.
İnsanlar nasıl bir vicdan azabı yaşıyorlarsa günlerce enkaz altında kalmış bir çocukcağız için yüzde doksan dokuzluk bir Müslümanlığın hassasiyeti gözlerimizin içine içine sokuldu her an. Bir kısmı iyi niyetli olabilir buna diyecek bir şey yok elbette ama kalan kısmı için reklam kokan hareketler bunlar, dedirtti insana. İnternet üzerinden satış yapan bir web sitesinin çocuğun kendisini enkazdan çıkaran itfaiyecinin parmağından tutunduğu anı kahve kupaları üzerinden ranta çevirmesi yaşanan garabetin zirvesi oldu.
Bir çocukcağızın masumiyeti üzerinden çok sert olacak belki de umut pornografik bir hale getirildi. Gerçekleşmesi mümkün olan bazı hayaller için umudun erotik bir yanı vardır aslında. Buna karşın gerçekleşmesi mümkün görünmeyen, insanları boş bir beklenti içine sokan ve sürekli “umut et, umudunu kaybetme” şeklindeki sürekli ve belli bir ritimde yapılan telkinler nihayetinde bir pornografiye varır.
Pornografi ve erotizm arasında net olan çizgiler vardır. Birinde duygu varken diğerinde yaşanan tekrardan dolayı duygu yoksunluğu vardır. Biri romantiktir diğeri değildir. Birinde sevgi vardır diğerinde yoktur, biri duyusaldır diğeri tamamen mekaniktir. Bu noktada deprem sonrası yaşanan ve yaşatılanlar pornografiye kaydı maalesef. Umut anlamını yitirdi, Nietzsche’nin dediği gibi bir kötülüğe dönüştü.
Bazı yanlış anlaşılmaların önüne geçmek için Murathan Mungan’ın Yüksek Topuklar adlı romanında pornografiye dair yaptığı tanımı paylaşmak istiyorum.
“Yeniden vitrinlere bakmaya başladık. Yalnız öncesinde bir başka kattaki tuvaleti ziyaret ettiğimizi söylemeliyim. Kola içmişti de.
Benim ilgimi, ayakkabı ve iç çamaşırı satan mağazalar çekiyordu, Tuğde’nin ilgisini de hepsi. Bir süre sonra bütün mağazalar birbirine benzemeye başlıyordu; ilgi için ne yapmış olurlarsa olsunlar bütün vitrinler kısa bir sürede sıkıcı bir tekdüzeliğe düşerek artık görülmez hale geliyordu. En azından benim için öyle. Örneğin erkeklerin porno merakını hiç anlamamışımdır. Hep aynı şeyi kayıtsızlaşana kadar seyretmek… Dünyada en çok kendini var eden şey olduğu halde, koca bir porno endüstrisi kendini sürdürebildiğine göre erkeklerin merakında benim kafamın almadığı bir şey olmalı. Bunu, yalnız bir kadın olarak değil, bir reklamcı olarak da merak ederim. Reklam gurusu bir arkadaşım, “Klasik öğelerin sürekliliği” teorisiyle açıklar bu durumu. “Dünya sürekliliğin sağlayan şeyler, kendiliğinden klasiktir ve satıyor olmanın anahtarıdır,” der. Bu teoriye göre bir çeşit porno olabilecek şeyler de öyle olmalı.”(Yüksek Topuklar, 1. baskı sayfa 46)
Bir defa görüntüler görsel ve sosyal medyada milyonlarca kez gösterildi ki bu bir kayıtsızlaşmaya neden oldu. Daha vahimi kaydedilen ve paylaşılan görüntüler bir çocuğa aitti ve bu görüntüler günümüz teknolojisi sayesinde kaybolamaz hale geldi. Belki de yaşı gereği birkaç ay sonra yaşadığı depremi unutacak olan bu çocukcağız ileriki yıllarda herhangi bir arama motorundan İzmir, deprem ya da kendi adını girdiği zaman bu görüntülerle karşılaşacak ve yaşadığı travmayı tekrar tekrar yaşamak zorunda kalacak.
Tıpkı Murathan Mungan’ın dediği gibi tekdüze, süreklileşen ve aynı şeyi kayıtsızlaşana kadar seyretmek. Yaşananlar bundan eksik değildi. Nihayetinde bu çocukcağız babasının kucağında, taburcu olduktan sonraki görüntüleri, Albert Camus’nun “Umut, koşup giderken bir sokağın köşesinde, daha kurşun havadayken vurulup ölmekti.” sözünü hatırlattı. Zira desteğe dair söylenenlerin bir reklam, bir “vicdan mastürbasyonun”dan fazla bir şey olmadığını gösterdi bizlere.
Bizde “fakirin ekmeği” olarak bilinen, Pandora’nın kutusundaki son kötülük olan umudun sonunda kaçınılmaz olarak travma ve hayal kırıklığına dönüşmesi ihtimali yüzde doksan dokuz! (ZM/AS)