“Sihrin devrimde yeri vardır. Bakunin ortaya çıktığında da bu tür bir olgu meydana geliyordu”
(Antoni Casas Ros, Son Devrimin Güncesi)
Antoni Casas Ros’un son romanı Son Devrimin Güncesi, bir devrim programı, bir devrim krokisi veya bir devrim provası değil, kapitalizmin çatlaklarında, çöküntü katlarında, karanlık dehlizlerinde boy veren, kanlı, canlı ve tutku dolu bir anarşist devrim deneyidir. Üstelik bu kez zaferle taçlanan, kaybedenlerin tarihine bir çentik daha kazımayan bir devrim. İdealist olmayan çocukların umutsuz eylemleriyle başlayan, çığ gibi büyüyen, iktidarı ve kapitalizmi can evinden vuran “son devrim”dir. Ros’un romanı, bizi bildiğimiz dünyanın tüm dehşetiyle ve vahşetiyle bir kez daha yüzleştiren ancak cesaret denilen karanlık denize atlamaktan da geri durmayanIarın devrim güncesidir. “Ben” deme cesaretini gösteren, zamanı ilga eden, şimdiki zamanının yerçekimine kapılmış çağdaş devrimcilerin güncesi. Peki, kapitalist dünya denilen ve her şeyi yutan bu hız ve uğultu dolu cangıI günümüzde nasıl bir yer haline geldi?
Ros’a göre, özgürlüğün giderek azaldığı, baskının, şiddetin ve normun mümkün olan her şeyi kuşattığı, politik sinizmle dolu bir dünyadayız. Birçok ülke, “uygarlık” götürülmek adı altında kolayca işgal edilmektedir, demokrasi ihracına yüz binlerce kurbanın katledilme çığlıkları eşlik etmektedir. Tanrı bizimle ama özellikle dolarların üzerinde. Günümüzde milyarlarca insanın payına düşen şey, güvensizlik, adaletsizlik ve aşağılanmadır. Bugünkü kriz, dünyanın her yerinde besin, istihdam, içme suyu, toprak, ve konut kıtlığından, yoksunluk ve ayrımcılıktan, artan eşitsizlikten, yabancı düşmanlığı ve ırkçılıktan, şiddet ve baskıdan ibarettir. Gecekondularda ve kırsal bölgelerde yaşayan millyonlarca kişi ekonomik gelişme adına zorla topraklarından koparıldılar. Belli ülkelere yönelik politikalarda, besin ve içme suyu gibi doğal ihtiyaçlar bile bir silah haline getirildi, kadınlara ve heteroseksüel olmayan bireylere yönelik ayrımcılık ve şiddet tüm dehşetiyle devam etmektedir. Resmi olmayan istatistiklere göre, zanlı olmayan Avrupalı bir yurttaş günde yedi yüz kez filme alınmaktadır. Eksiksiz bir korku evreninde yaşamaktayız, Amerika ve Batı dünyası, satın alacak hiçbir şey bulamadığımız geniş bir süpermarketten ibarettir sadece. Kölelerden oluşan büyük koro, özgürlük şarkısını söylüyor. Bize saldıran şey karanlık değil, karanlık hakkındaki fikirlerimizdir. En yumuşak kelimeler bile şiddet yüklü. Ağızlar sonsuzu yalamak için değil, dünyayı ve birilerini tarif ve tanzim etmek için açılıyor. Düşlerimiz de hayatlarımız kadar formatlanmış durumda. Duygusuz bir çöldeyiz. Mikrodalgada ısıtılan bir hazır yemekten diğerine uzanan “ailevi” olarak nitelendirilen sosyal yaşamlar. Balmumu müzelerini andıran bir dünyanın içinde tepiniyoruz, her şey ölü, donmuş ve gerçeğin kötü bir taklidi. Belki de tarihin en büyük çöküntüsünün şafağındayız. Franco “Bifo” Berardi, Gelecekten Sonra (Otonom Yayıncılık) kitabında kapitalizmin insanlara artık sadece ölüm vadettiğini, teminat altına alabileceği en iyi geleceğin ölümden ibaret olduğunu, ekonomik büyüme denilen şeyin bir “nekronomi” olduğuna dikkat çekmişti. İntihar niteliğindeki içe patlamanın sadece İslamcılarla sınırlı olmadığını, intiharın her yerde politik bir eylem tarzı haline geldiğini şu örneklerle vermişti: ”Neoliberal politikalara karşı Hintli çiftçiler kendilerini öldürmektedir. Fransız Peugeot fabrikalarında ve France Telekom’un ofislerinde yüzlerce işçi ve çalışan, sömürüye karşı kendilerini öldürdüler. İtalya’da 2009 durgunluğu bir milyon işi yok ettiğinde, işsiz kalma korkusuna kapılan pek çok işçi fabrikaların çatılarına çıkıp kendilerini öldürmekle tehdit ettiler. Bu içe patlayıcı eğilimi ölüm, cinayet ve intihar yönünden çıkartıp yeni bir otonomi, toplumsal yaratıcılık ve yaşam biçimine doğru yönlendirmek mümkün müdür?” (s.161). Bifo’nun sorduğu bu soruya Antoni Casas Ros bu romanda evet cevabını vermektedir ve bunun nasıl mümkün olduğunu göstermeye çalışmaktadır.
Dünyanın hali hakkında ne düşünüyorsun?”
“Dramatik. Giderek daha kötü oluyor. Umutsuz eylemlere mecbur kalıyoruz”‘
Tam da bu karanlık şafakta yeni bir devrimci kuşak ortaya çıkar, çöken dünyanın gidişatını hızlandırmak için şok edici eylemlere başvururlar. Onlar, Bakunin’in yıkıcı ruhuna inanmaktalar. Restore etmektense tamamen imha etmeyi tercih eden bu yeni devrimcilere göre: “Güzelliği aramak kaosun kalbine girmektir. Kaos ise özgürlüğün en kusursuz imgesidir. Düzen varsa diktatörlük yerleşir.” “Flying Freedom” adından bir hareketin üyeleri olarak, Avrupa ülkelerinin ve ABD’nin en merkezi kentlerinde en beklenmedik anlarda gruplar halinde yüksek binalardan, köprülerden, kulelerden, onlara yardım eden uçaklardan atlayarak zamane egemenlerini şok ederler, parçalanmış ölü bedenleri şehirlerin göbeğine yağar, tüm istihbarat birimleri bu şok dalgası, dipten gelen bu önlenemez kaos karşısında eli kolu bağlı bir çaresizliğe teslim olur. Ayrıca bütün bu anları kaydeden ve hızla yayan “Günlük Yazıcıları” ismini taşıyan alternatif bir medya örgütlenmesi de oluşturulmuştur. “Günlük Yazıcıları”, duyguları uyuşmuş savaş muhabirleri değildirler, duyuları sürekli tetikte olan, devrimci bir enerjiyle hareket eden, atlayanlara eşlik eden, onların ideallerini paylaşan, atlama eylemleri dışındaki zamanlarda birlikte eğlendikleri, seviştikleri ve birlikte bir dizi başka eyleme müdahil olan “taraflı” gazetecilerdir. Her mikro olayı görünür kılmaya çalışan, akıllı telefonlardan meailler alan, bloglar açan, video kayıtları yapan, kısacası ana akım medyaya karşı birer iletişim gerillarıdırlar. Ayrıca gizli bir hacker grubu, borsa üzerinde çalışmaktadır, dünya mali sistemini felç eden eş zamanlı enformatik saldırılar düzenlemektedir, AİDS virüsünü ortadan kaldıran ilaçları üreten bir başka grup dünyanın her yerine ücretsiz bir şekilde bu ilaçları göndermekle uğraşmaktadır. Onlar dünyayı dönüştüren yıkıcı bir kahkahanın maviliklerinde uçarken, sistemlerin ağırlığı sonsuzluk içinde erimeye başlıyor.
Romanın ayırt edici özelliklerinden biri de, yeraltı edebiyatının adeta posası çıkarılmış maçist diline tenezzül etmemesi ve ahlakçı, neşesiz devrim geleneklerini tarihin soğuk mezarına gömmesidir. Bu atlama eylemleri fikrinin yaratıcısı ve bu olayların arkasındaki “temel kişi” olduğu varsayılan kişinin ismi “Y”dir. Ve, roman boyunca tüm eylemcilerin tahmini “Y”nin bir kadın olduğu yönündedir. Oysa ortada ne hiyerarşik bir parti örgütlenmesi, ne sınırları belli bir devrim stratejisi, ne de bu olayları organize eden bir ya da birileri vardır. Y, hem herkes, hem de hiç kimsedir. “Bulut gibi. Yaklaştığını sanıyorsun ve aniden gökyüzünden başka bir şey yok.” Y, belki de bir fahişedir, bir sosyal hizmet uzmanı, bir terörist kızı, bir restorantta garson, gettoda bir göçmen, bir travesti, bir transseksüel, sadomazoşist bir peri, parasız bir öğrenci, umutsuz bir avangart. “Son Devrim”in militanları için “haz devrimcidir”, siyasetlerini özetleyen slogan: “Düzen erildir, anarşi dişi.” Bir atlama eylemi esnasında pilotun bir kadın eylemcinin cesaretine olan hayranlığını belirtmek için kullandığı “gerçekten sanatsal fikirleriniz var, taşaklısınız da” cümlesi karşısında, kadının cevabı: “Amım bana yetiyor” olur. Onlar, güvenle geceye tutunuyorlar. Devrimci el kitaplarına göre yaşamayan, bedenlerin nefis suç ortaklığı kokusu salgıladığı, herkesin herkesle seviştiği, içki ve uyuşturucu kullanımında sınır tanımayan, işgal evlerinde yaşayan, dövmeler yaptıran, zifiri karanlıkta resimler yapan, kuşların yardımıyla hastalarını tedavi eden, tek mülkiyetleri sırtlarındaki çantaları olan yeni bir devrimci kuşaktırlar. Onlara göre, birleştirici büyük teoriler can çekişmektedir. “Kavramlar, duyguların, varlıkların, duyumların özgür dolaşımını engelleyen duvarlardır.”
Tüm bu gelişmeler karşısında devletler elbette boş durmuyor. Öldürmek dahil her türlü yetkinin verildiği “Karanlık Kuvvetler (KK)” adında yeni bir polis gücü ortaya çıkıyor. Güvenlik politikaları tüm özgürlükleri rafa kaldırıyor. Şehirlerin tenha bölgelerine çektikleri ve her türlü işkence donanımına sahip gezici tırlarında, yakaladıkları gençlere işkence yapmaya, karanlıkta öldürmeye, kentlerin tüm yüksek alanlarında nöbet tutmaya, binlerce günlük yazıcısını yok etmeye tüm şiddetleriyle devam ediyorlar. İstisnanın kural haline geldiği bir ölüm rejimi inşa ediyorlar. Ancak yine de eylemlere engel olamıyorlar, eylemlerin sayısında ve katılım oranında inanılmaz artışlar meydana geliyor ve en sonunda üç milyon eylemcinin el ele vererek Zagreb’e yürümesi ve devasa bir intihar tehdidinde bulunması karşısında tüm iktidarlar pes eder, o andan itibaren yüksek bir tepeye çıkan bir kadının okuduğu barış mesajıyla birlikte ölümcül eylemlere son verilir ve her coğrafyada oluşturulan ve günümüzdeki forumları andıran “Büyük Meclisler” aracılığıyla özgürlükçü siyaset barışçıl yöntemlerle yürütülmeye başlar. Enformatik sistem çökmüştür, sanayi imparatorluğuna son darbe indirilmiş, ‘son devrim’ gerçekleşmiştir. Liberter bir devrimin şanına yakışır bir belirsizlikle, ucu açık bir ütopya olarak son bulur roman. Zaten her devrim, belirsizliğin şehvetli topraklarına, kestirilemez bir geleceğe adım atmak değil midir? (RK/ÇT)
* Bu yazı kitap, fikir ve eleştiri dergisi Post’ta yayınlandı.