Manisa’nın Soma ilçesinde 13 Mayıs akşamı yaşanan maden kazası ve bu kazada ortaya çıkan acı tablo hızlı bir şekilde ülkenin gündemini değiştirirken, ülkemizle ilgili son yirmi yılda tekrarladığımız birçok ezberi de yerle bir etti.
Hızlı kalkınmanın, dünyanın en büyük ekonomisine sahip ülkeler listesine girmenin, dünyada yaşanan küresel krizin teğet geçtiği bir ekonomi olmanın, gelir seviyesini hızla 10 bin dolarlara taşıyan bir ekonomi olmanın tüm büyüsü Soma’da yaşanan ve ülkenin yasa boğulmasına neden olan maden kazasıyla birlikte yok oluverdi.
Aslında çifte bir şok yaşadık bir taraftan Soma’da ölen 301 madenci için yas tutarken, bir taraftan da AVM’lere, borsa haberlerine, hızlı büyümeye, küresel bir ekonomik yıldız olmaya endeksli tüm özlemlerimiz birden bire karşılaşılan gerçeğin tüm acı çıplaklığıyla yerle bir oldu.
Bu süreçte sembolik denebilecek ve bugünlere ait belleğimizde iz bırakacak birçok görüntüyü medya üzerinden edindik. Kazanın yaşandığı 13 Mayıs akşamından itibaren birçok televizyon muhabiri ve kanal madenin önünden spot lambalarıyla aydınlatılmış bir ortamda arkalarında yaralı ve ölmüş işçilerin sedyeyle taşınan görüntüleri eşliğinde haber geçmeye başladılar.
İlk gecenin en önemli öne çıkan özelliği bilgi akışındaki yavaşlık ve buna paralel olarak yaşanan bilgi kirliliğiydi. Gazeteciler için haberi biçimlendirmenin en önemli ayağı olan haber kaynakları için oldukça sınırlı bir ortam bulunmaktaydı. Madenden gelen işçi sayısıyla ilgili rakamlar yetersizdi.
Kaç kişinin çalıştığı, kaç ölü, kaç yaralının olduğu gibi rakamların belirsizliği muhabirlerin madenin önünde durup canlı yayın yapmalarına rağmen arkalarındaki gerçeklikle ilgili önemli bir açmazın yaşanmasına neden olmaktaydı. Çünkü madeni işleten firma adında bir holding taşımasına rağmen çağdaş anlamda ne bir işletmeydi, ne de bu krizi sağlıklı bir şekilde yürütebilecek kurumsal bir kimliğe sahipti.
Soma holding ve patronu Alp Gürkan bizim gibi dünya kapitalist sisteminin kenarında kalmış ülkelerde son yıllarda yaşanan hızlı neo-liberal rüzgârların yol açtığı fırsatlardan yararlanmış ve kısa sürede yükselmiş isimlerdendi. Bu yükseliş tabi ki içinde bir işletme kültürünü, çalışanlarına ve ülkeye karşı bir sorumluluk bilincini kapsamamaktaydı.
Haberciler için olayın bu ilk gelişimindeki saatlerde önemli bir haber kaynağı olarak karşımıza Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanı Taner Yıldız çıkacak ve olayın gelişimi, ölü ve yaralı sayısı, kurtarma çalışmalarının gidişatıyla ilgili düzenlediği basın toplantılarıyla haberciler için önemli bir bilgi kaynağı olacaktı.
Gazetecilikte önemli kurallardan birisi, haber size gelmiyorsa, bilgi size ulaşmıyorsa siz habere, bilgiye ulaşacak onu ortaya çıkarmaktır. Zaten hayatın gerçeği habercilere şunu öğretmiştir ki; Soma benzeri büyük bir acı tablonun ortaya çıktığı zamanlarda devlet ve devlet kurumları bilgi akışında öncelikli olarak kendi varlıklarını düşünür ve kamuoyu karşısında gerçeğin bütün çıplaklığıyla sergilenmesinden itina eder.
Devlet haberi, bilgiyi veren değil saklama, çarpıtma eğiliminde olan bir haber kaynağıdır.
Soma’da yaşanan maden faciasının ilk zamanlarında haberciler için tablo buydu. Hayat akıp giderken, tüm bir ülke madenden gelecek olan yeni bir gelişmeye kilitlenmişken habercilerde kameraların karşısında, maden ocağının kapısında ekranda onları izleyen milyonlarla birlikte aynı çaresiz durumu yaşamaktaydılar.
Tam bu noktada gerçek gazetecilerle bu işi bir halkla ilişkiler faaliyeti olarak algılayan ve yapan ‘gazeteciler’ arasındaki derin ayrılık bir kez daha ortaya çıkacaktı. İçlerinde mesleki bir duyarlılık taşıyan, haber için, halkı bilgilendirmek için, gerçeğin ortaya çıkması için bu mesleği yapanlar mikrofonlarını maden kapısında bekleyen, o madende çalışan, o madenden bir iki saat içinde canını kurtarmış olan ya da orada bulunan yakınlarını gözü yaşlı bir biçimde bekleyenlere, Somalı anne babalara, eşlere, kardeşlere tuttu. O zaman yaşanan karanlığın içinde yaşayanların anlattığı Soma gerçeğiyle, karanlığın içinde yanan bir madenci feneri gibi gerçekle yüz yüze gelmeye başladık.
Çalışma koşullarını öğrenmeye başladık, içerdeki tabloyu tüm çıplaklığıyla anlamaya başladık. Rakamların yerini, kederli, endişeli bekleyişlerin yansıdığı acılı yüzler aldı, bir ton kömürün maliyetinin yerini ise, ölüm kokusuyla gölgelenmiş madenci yüzleri aldı. O yüzlerdeki yaşama ait çaresizlik, birçok üretim bilgisinden, birçok yetkilinin bize sunmaya çalıştığı çarpıtılmış gerçeklikten daha gerçek daha yakıcıydı.
Bu ilk gece, maden ocağının önünde orada yayın yapmaya başlayan muhabirlerin açtıkları bu küçük ‘haber tüneli’ bizler için önemli bir nefes alma yeri oldu. Birçok gazeteci için gerçeğe ulaşacakları bir patika işlevi gördü.
Ertesi gün bu yoldan gazeteciler, maden ocağında çalışan işçilerin soyunma odalarına girdiler. Işıklık olarak adlandırılan madene girmeden önce madencilerin kimliklerini bırakıp aldıkları baretlerinin ve fenerlerinin bulunduğu odalara girdiler.
Aynı maden işçileri gibi gazeteciler de gerçeği, kömür damarlarını kazar gibi haberin peşine düştü. O gerçekte bir sömürü düzeni karşımıza çıktı, medyadan, ekranlardan, gazete sayfalarından yansıdı.
Kimi meslektaşlarımız bu bir sabotaj mı, gezicilerin bir oyunu mu, sorularının peşinde korumaları gerekenleri koruma telaşına düşmüşlerken, gerçek gazeteciler, haberin peşinde kalp atışlarının ritmine ayak uyduranlar bize eski olduğu kadar, bilmediğimiz yeni bir Türkiye’nin kapılarını açtılar.
O Türkiye’de ne yazık ki AVM’ler yoktu, yükselen borsa, küresel fırsatlar, çağ atlayan bir Türkiye yoktu.
Madende çalışan kurtarma ekipleri madencilere ulaşmak için karanlık dehlizlerde nasıl yol alıyorsa gazeteciler de bilgi akışının zayıflığı, kirliliği, resmi açıklamaların denge gözetirliği, bilgiyi gizleyişi içinde tek bir doğru haber için madenin içinde ve dışında yaşanan gerçeklik için mikrofonlarıyla, kameralarıyla açtıkları haber tünelcikleri içinde yol aldılar.
Bu yolun sonunda 301 madencinin ölümü vardı, taşeronluk sistemi vardı, ağalık sistemi vardı, madencilere yemek ve su dahi vermeyen bir işletme vardı. Kömürün maliyeti 140 dolardan 26 dolarlara düşerken ölüp giden parçalanan, yok olan hayatımız ve o hayatın ilk kez medyaya, ekranlara, gazete sayfalarına, internet sitelerine düşen acı acı olduğu kadarda öğretici fotoğrafı vardı.
Bu süreç biz gazetecilere çok şey öğretti. Medya aynı o madende yaşandığı gibi sistem tarafından kuşatılmış olsa da, gizli bir taşeronluk sistemi medyada da yaşanıyor olsa da, her alanda olduğu gibi gerçek gazeteciler ya da halkla ilişkiler uzmanı gibi bu mesleği yapan ayrımı olsa da, her geçen gün düşünce ve ifade özgürlüğü çalıştığımız alanda yara alsa da, kalbiniz gerçek için atıyorsa, haber bizin için bir dürüstlük göstergesiyse bu topluma bir borç olarak mesleğinizi yapıyorsanız, hiçbir göçük, hiçbir karanlık dehliz, hiçbir baskı sizin hayata yakın olmanızı, gerçeğe ulaşmanıza, gerçek haber kaynaklarıyla temasınıza engel olamamaktaydı.
Siz gerçek gazetecilik yaptığınız sürece de bu halk size sahip çıkıyor, evinin kapılarını, hayatının kapılarını, yüreğinin kapılarını size açıyor, elinizde mikrofon, kamera gördüğünde sizi engellemeyip, size saldırmayıp, doğruları ortaya çıkarmanız için gereğinde acısını unutup size yardımcı oluyor.
Soma faciası biz gazeteciler için mesleğimizi nasıl yapmamız gerektiği üzerine önemli fırsatlar sundu. Bu ülkede habere ve o haberi yapacak olan habercilere karşı nasıl bir talebin olduğunu bir kez daha gösterdi.
Oysa gönül isterdi ki Soma’da 301 madenci ölmeden, Türkiye’nin imzalamadığı İLO sözleşmesiyle ilgili yapılmış ayrıntılı haberlere medyada rastlasaydık. Madencilerin çalışma koşullarıyla ilgili haberler yapılsaydı. Kölelik düzeni tüm ayrıntılarıyla gözler önüne serilseydi.
İşçiler, emekçiler, çiftçiler, bu ülkenin ezilen çoğunluğu haberleriyle, sorunlarıyla, çalışma ve yaşama koşullarıyla, kameraların önünde, gazete sayfalarında, internet sitelerinde yer alsaydı.
T24 yazarlarından Bekir Ağırdır’ın dile getirdiği, aylık gelirini denkleştiremeyen bu ülkenin dörtte birinin, gelirini zar zor denkleştirip, günden güne kaybetme korkusuyla yaşayan dörtte ikisinin acıları, yaşama zorlukları medyada daha çok yer alsaydı.
Bu ülkede gazeteler, televizyon programları, yayıncılık, ekonomik birikim yapa bilen geçim zorluğu yaşamayan ülkenin dörtte birini değil geriye kalan dörtte üçünü hedefleseydi de biz bu insanları ölümlerinde değil yaşarken fark etseydik ve yer üstünde, güneşin altında onlar için mücadele edebilseydik.
17 Ağustos’ta, 17 Aralıkta, Gezi’de, Uludere’de olduğu gibi bu böyle gitmeyecek artık eskisi gibi olmayacak beklentileri, dilekleri yine ortalığı sardı. Soma’nın yeni bir başlangıç olduğu söylemi duyulmaya başlandı.
Evet, Soma hiç olmasa medyada yeni bir başlangıç olmalı. Adalet ve Kalkınma Partisi (AKP) yanlılığıyla AKP karşıtlığı arasında kısırlaşan siyasal hayatımıza, yitip giden günlerimize, başka bir Türkiye’nin, o Türkiye’nin ihtiyaçlarının, taleplerinin; o Türkiye’de yaşayanların yaşayabilmek için acil olarak ihtiyaç duyduklarının dillendirildiği yeni bir medya olmalı. Siyasal bir kayıkçı kavgasına değil bu ülke gerçeğe ve o gerçeğin biçimlendirdiği bir habercilik anlayışına acil olarak ihtiyaç var.
Soma Holding'in kadrosunda bile bir halkla ilişkiler uzmanı bu zor zamanlarda bulunmazken, medyada bu kadar çok halkla ilişkiler uzmanının olmasının, bunu nedenlerinin, sonuçlarının sorgulanması gereken bir döneme ihtiyacımız var.
Eğer Soma faciası yeni bir dönemin habercisi olacaksa bu dönemi muştalayan, geride bırakılanın en önemli eleştirisini yapan isim Hürriyet gazetesinin eski genel yayın yönetmeni ve büyük sermayeyle birlikte medyada yaşanan dönüşümün en önemli sembollük ismi olan Ertuğrul Özkök oldu.
CNN Türk’te katıldığı bir programda bir emekçi çocuğu olarak geldiği yeri nasıl unuttuğunu, işçi sınıfını artık bilmediğini, emeğe nasıl yabancılaştığını ve yaşananlar karşısındaki şaşkınlığını anlatıp vicdan muhasebesi yaparken gerçekten son yıllarda savunulabilecek bir Ertuğrul Özkök’e dönüşmekteydi.
Ertuğrul Özkök’ün bireysel vicdan muhasebesi aslında medyada ortaya çıkan yeni gazetecilik biçiminin de bir eleştirisi bir vicdan muhasebesidir.
2000’li yıllarda küreselleşmeyle birlikte varlık bulan yeni bir ekonomik sınıfında vicdan muhasebesidir. Aslolan bunun bir vicdan muhasebesi olarak kalmayıp, Soma’daki maden işçilerinin yitip giden hayatlarıyla buluşmasıdır.
Bu buluşmadan yeni bir gazetecilik anlayışı, yeni insanı merkeze alan ekonomik düzen, yeni bir yaşama kültürü çıkarsa hep birlikte kazanacağız demektir, tüm yaşanan kömür karası karanlığa rağmen. (SHY/HK)
* Yrd. Doç. Dr. S. Hakan Yılmaz, Selçuk Üniversitesi İletişim Fakültesi Gazetecilik Bölümü