Boğaziçi Üniversitesi Soma Dayanışması olarak katliamın meydana geldiği 13 Mayıs 2014 gününden itibaren Soma’da ve çevresinde olan bitenleri hem takip ediyor, hem de ziyaretlerimizle yerinde gözlemliyoruz.
Son olarak 12-13 Temmuz tarihlerinde bölgedeydik. Hem madende incelemelerde bulunduk, hem de olayı sosyolojik, psikolojik, ekonomik, teknik, politik ve hukuki yönlerden ele alacak geniş çaplı bir raporlama çalışması için sendikalar ve bölgede çalışmalara başlayan sivil toplum örgütleri ile görüşmeler yaptık. İşçiler, aileler, mühendisler, gençler, gönüllü psikologlar ve avukatlar görüştüğümüz gruplar arasındaydı.
Bu yazının ana teması adalet olacak. Hem kazadan sonraki hukuki süreç nasıl işliyor onu aktarmak ihtiyacından, hem de şu hayatta iki küçük çocuğuyla yapayalnız kalmış, eşini öpe koklaya işe göndermiş ve ancak iki gün sonra cesedine kavuşmuş 24 yaşındaki genç kadının ellerimi sımsıkı tutup söylediği sözleri unutamadığımdan;
"Devlet bu saatten sonra bana ne yapsa boş, ben aşkımı kaybetmişim, parayı pulu ne yapayım? Benim acımı azaltacak tek şey, adaletin sağlanması. Sorumluların, en küçüğünden en büyüğüne tek tek cezalandırılması."
Adalet, Soma madenlerinde çalışan işçiler için ikiye ayrılıyor aslında; yaşarken adalet ve öldükten sonra adalet. Bu sefer tersten gidip ‘öldükten sonraki adalet’e bakalım.
13 Mayıs’taki patlamadan sonra herkesin medyadan takip ettiği gibi bölgeye birçok kamu kurumu, STK, demokratik kitle örgütleri ve gönüllü yurttaşlar akın etti. İki ay sonraki gözlemimiz ise bölgede düzenli ve devamlı çalışan çok az örgütün kalmış olması. Bunlardan biri de Soma için Adalet Komisyonu.
Komisyon, Soma merkezde 7/24 çalışıyor. Komisyon Merkezi Çağdaş Hukukçular Derneği'nden (ÇHD) gönüllü avukatlar ve bölgede yaşayan gönüllülerin desteğiyle sürekli açık. Gönüllü avukatlar köy köy evleri geziyor ve kayıp ailelerine destek oluyor, hukuki sürece, haklarına dair bilgi veriyor. Dava takibini gönüllü üstlendiklerini iletiyorlar. Bize verdikleri bilgiye göre şu ana kadar 200’ün üzerinde ev ziyaret edilmiş, bilgilendirme yapılmış. 50’yi aşkın aileden de açılacak dava için vekâlet alınmış.
Avukatların ortak gözlemi şu yönde; ailelerin çoğuna devlet kurumlarından dava sürecine dair resmi bir bilgilendirme olmamış. Bölgede Manisa Barosu'nun görevlendirdiği avukatlar var ÇHD dışında. Oğlunu kaybeden anne-baba, eşini kaybeden kadınlar ‘ceza davası’ ve ‘tazminat davası’ arasındaki farkı bilmiyor. Bazı aileler, geride kalan çocukları işsiz kalır, yardımlar gelmez korkusu ve sosyal çevre baskısıyla dava açmak istemiyor.
Adliyeye gidip nasıl dava açabileceğini öğrenmek isteyen kayıp yakını bir kadına ‘Sizin dava açmanıza gerek yok. Devlete güvenmiyor musunuz? Devlet zaten sizin için bu işin peşinde olacaktır’ denmiş bir görevli tarafından ve geri gönderilmiş.
Faciadan sonra açılan bazı kamusal psiko-sosyal destek merkezlerine başvuran işçilere ve yakınlarına ise sorulan ilk soru ‘Şirkete dava açacak mısınız?’ oluyormuş, anlatılanlara göre.
Duydukça dinledikçe kavramlar anlamını yitiriyor; adalet, devlet, güven, şirket, adalet, devlet....
Tüm bunları düşünürken yasaların bu işten kimi sorumlu gördüğünü, kimi suçladıklarını merak ediyoruz.
Bizim gözlemlerimiz, işçilerin anlattıkları, mühendislerin anlattıkları, sendika temsilcilerinin ifadeleri ve hatta şirket çalışanlarının beyanı, yazılanlar, çizilenler, katliamdan sonra ortaya çıkan görüntüler, fotoğraflar gösteriyor ki katliamın meydana gelmesinden birçok faktör sorumlu.
* İşçinin yanında olmayan, hakkını aramayan, tersine sermaye ile bir olan sendika sorumlu.
* Madeni özel sektörün acımasızlığına terk eden, denetleme görevini yerine getirmeyen ve hatta yetkilerini kişisel çıkarlar ve kazançlar için kullanan devlet sorumlu.
* Şirketle karmaşık çıkar ilişkileri içerisinde olan, işçiyi mitinglerine sürükleyen, yarattığı yoksulluk-işsizlik-çaresizlik üçgeninde çareyi kendi partilerine destek olmak olarak gösterip işçinin emeği üzerine basarak oylarını ve iktidarının geleceğini garantileyen siyasi parti sorumlu.
* Madende güvenliği sağlamayan, işçileri çok ağır koşullarda, eğitimsiz, desteksiz çalıştıran ve işçiye insan gibi değil de kişi başı çıkarılan kömür/ton olarak bakan, koşulları iyileştirmek yerine kazancını ve üretimini artırmaya çalışan şirket elbette sorumlu!
Gelgelelim savcının yürüttüğü soruşturmada suçlanan, tutuklanan ve muhtemelen ceza verilip günah keçiliği yüklenip kamu vicdanında konunun kapatılmasını sağlayacak kişiler kim? Sadece ve sadece şirketin söz konusu madenden sorumlu olan yetkilileri, yöneticileri, teknik nezaretçileri.
Ne sermaye sahibi ve büyük kararları alan patronlar; ne üretim ve çalışma koşullarını düzenleme, denetleme görevi olan Türkiye Kömür İşletmeleri yetkilileri; ne bugüne kadar denetlemeye ‘gelmiş’ ve olur raporu vermiş uzmanlar; ne bir sene önce şirketin başka bir ocağında iftar yapıp çalışma şartlarını övmüş ve şirketin yaptıklarını meşrulaştırmış Bakan!
Başlıkta da dedik ya: Soma’da her şey bildiğiniz gibi.
Peki ya Soma’da bilmediğimiz şeyler? Bilmediğimiz şeyler, esasen ‘yaşarken adalet’ kavramına dair. Soma’da madende ölen 301 insan kimdi bilmiyoruz. Nasıl bir hayat yaşadılar, ne hayaller kurdular, ne planlar yaptılar, neler hissediyorlardı, nelere mutlu oluyorlardı, bilmiyoruz. Bizim gündemimize ancak ‘ölerek’ gelebildiler. İşte bu ‘yaşarken adalet’ kavramının içinin boşluğunun ilk ve en somut göstergesidir.
Soma’daki işçiler her gün bir saat madene girerken, bir saat de madenden çıkarken yürürler. Maden işçilerinin yeraltında gidebilecekleri bir tuvalet yok. Yanlarında poşet ve pet şişe taşırlar. Yemek molası diye bir şey söz konusu değil. Buldukları taşa, tahtaya oturur, getirdikleri yiyeceği hızlıca yer ve üretime devam ederler.
Üretim bandının hiç ama hiç durmaması, madencinin ihtiyaçlarından ve feci olayın da gösterdiği gibi ‘canından’ daha kıymetlidir. Üst düzey bir yöneticinin dediği gibi ‘işçilere nefes bile aldırmazlar’. İşe girmeden üstünkörü bir eğitim verilir; torpil seviyesine göre yeraltında zorlu bölgelerde veya yerüstünde çalıştırılır.
Dayıbaşından azar yer, mühendisten azar ve tekme yer, uyardığı, itiraza ettiği zamanlarda ‘sen bilmezsin, sen karışma’ denir. Onu savunmasını ümit ettikleri tek örgüt olan sendika ise madenin üzerine, adeta oranın patronu gibidir; yönetimi de çalışanları da şirket tarafından belirlenir, beslenir. Kendi haklarını bilmeyen, kendi değerinin bu kadar alçak olduğunu düşünen işçinin ‘yaşarken adalet’ini kim isteyecek, kim savunacak?
Fakat ümitsizlikle yeniden görüyor ve fark ediyoruz ki yaşarken adalet hak görülmemiş, değersizleştirilmiş, köleleştirilmiş işçilerin ardından ölürken adalet’i beklemek zor.
Dava sürecinden, madenin işletme yetkisinin yeniden şirkete verilmesi haberinden, TBMM’ye tulum giydikleri için kabul edilmediklerinden, ‘yaşam odaları’nı mecliste uzun uzadıya konuşmamalarından, mitinglerde ‘madenleri kapattık’ deyip geride kalan on binlerce işçinin ne yiyip ne içeceğini, istihdamını düşünmeyenlerden çok şey anlıyoruz.
Öyle görünüyor ki erk sahipleri söylemlerinde samimiler; adalet, mülkün-yani devletin, iktidarın, sermayenin- temeli ve böyle de olmaya devam edecek! (FE/NV)
* Boğaziçi Soma Dayanışması etkinliklerinden haberdar olmak için: bogazicisomaya.blogspot.com