Devlet denilen aygıt var olan kapitalist düzenin, kurulu sistemini devam ettirmek üzere kendini kurumsallaştırır. Bu genel kuraldır. Avrupa'da ya da gelişmiş kapitalist ülkelerde işçi sınıfının mücadelesi sonucu çalışma yaşamına dair işçilerin lehine uluslararası normlar oluşmuştur. Bu normlar üretimde maliyeti artırsa da bu genel kurallara aykırı değildir.
Her yıl haziran ayı içerisinde Cenevre’de Uluslararası Çalışma Örgütü (ILO) genel kurulu toplanır. Avrupalı sendikacılar bu toplantılara fazlaca itibar etmezler, genellikle Güney Afrika, Asya, Ortadoğu ülkelerinden sendikalar genel kurula daha fazla ilgi duyar. Çünkü çalışma yaşamı hangi ülkede insanlık dışı ise o ülkenin sendikaları toplantıyla daha fazla ilgilidir. ILO genel kurulu ise, işçi temsilcileri, işveren temsilcileri ve hükümet temsilcilerinin katılımı ile gerçekleşir.
Hükümetlerle işveren temsilcileri genellikle ülkelerinde çalışma yaşamının iyi olduğunu anlatırlar, eksiklikleri de gidereceklerini ifade ederler, ILO sözleşmelerini de aşamalı olarak hükümetlerinin onaylayacağı sözünü veririler. Sendikalar belgeleriyle çalışma yaşamına dair olumsuzlukları iyi anlatırsa, o ülke ILO’nun kara listesine girmekten kurtulamaz.
Türkiye’nin sicili bu anlamda oldukça kötüdür. Defalarca kara listeye girmiş ülkeler arasındadır. Son yıllarda kara listeye girmiyorsa bunun nedeni ILO’da Türkiye adına Türk-İş’in konuşması; yani sizin anlayacağınız Türkiye ILO’da üçlü ittifakını kurmuş durumda.
Gerçi kara listeye girse de eskisi gibi ILO’nun yaptırımı da yoktur. Sendikalar ILO’nun gündemine o kadar çok sorun taşıyorlar ki, başta örgütlenme özgürlüğü önündeki engeller, çocuk işçiliği, sigortasız çalıştırma, sendikacıların tutuklanması, sendikaların kapatılması, sendikacıların kurşunlanması, öldürülmesi, ucuz işgücü, göçmen işçilerin sorunları, toplu pazarlık hakkı, işçi sağlığı ve işçi güvenliği gibi konular ana gündem maddeleridir.
İşverenler ise haksız rekabetle karşı karşıya kaldıklarından yakınırlar, çözüm önerileri ise ucuz işgücünün tüm dünyada dengelenmesidir. İşçi maliyetlerinin yüksek olduğunu; yeni yatırım yapamadıklarını, bu nedenle de istihdamın daraldığını anlatırlar.
Toplantıyı iyi takip ederseniz, emekle sermaye arsındaki derdin politik tercihlerin açığa çıktığını anlamanız için fazla zeki olmanız gerekmiyor. Hükümetler uzlaşmadan yana olduklarını söyleseler de, bir türlü işveren sendikalarıyla işçi sendikalarının uzlaşmadığını anlatarak “tarafsız” olduklarını anlatırlar. Onlar uzlaşsa yasal düzenlemeleri hemen gerçekleştirecekler!
Genellikle burjuva demokrasinin bile olmadığı ülkelerde hükümetlerin bu “tarafsızlığı” şirketlere, sermaye çevrelerine önemli bir nefes aldırmaktadır.
Bu durum bizim gibi ülkelerde daha ucuz emek, az maliyetle üretim, denetimlerin usulden yapılması, ihalelere hilelerinin karışması, yolsuzluk, rüşvet, her türlü iltimasın alenileşmesini sağlıyor. Toplumsal muhalefetin ortaya koyduğu tepki ise daha otoriter, faşist bir anlayışla bertaraf ediliyor.
Soma’da ortaya çıkan tabloya bakarsanız, emek en ucuz, çalışanların işsizlerle tehdit edilmesi, iş yerindeki sendika yöneticilerinin işveren tarafından belirlenmesi, işçi sağlığı ve işçi güvenliğinin usulen bile yerine getirilmediği, denetlemelerin önceden haber verilerek yapılması, şirketle siyasi iktidar arasın daki şaibeli ilişkiler, üç yüzden fazla işçi ölmesine rağmen, holding yöneticilerinin delilleri karartması, ihtimalinin göz önün de tutulmaması, taşeron şirketlerinin iş cinayetlerinde tetikçi olduklarının kanıtlanması ve sistemin devam etmesi, cinayetin taammüden hazırlandığının kanıtıdır.
Anlaşılıyor ki siyasi iktidar sermaye lehine yardım ve yataklık ediyor. Yani politik davranıyor. Öyleyse bu politik tutumun sonucunda ortaya çıkan katliam da politik bir cinayettir. Bunun başka izahı vicdanen mümkün değildir. (SE/HK)