Yazının hemen girişinde altını önemle çizerek belirtmek zorundayım ki, bu yazı son dönemde TKP'nin ay yıldızlı bayrak açılımı üzerinden yürütülen güncel tartışma çizgisinin yeni bir halkası olmayacak. Bu yazı vesilesiyle ne doğrudan bir hareketi karşımıza alacağız; ne de bir siyasetin arkasında duracağız. Kaldı ki bilhassa DSİP ile TKP arasında yanına başka eski ve yeni meseleleri de alarak sürdürülen o "tartışma" -arkadaşlarımızın üsluplarına bakınca "tartışma" demek içimden gelmiyor- bu satırların yazarının dâhil olmak isteyeceği türden bir şey değil, zira son derece verimsiz. Biz, bu yazıda okuyucuyla birlikte daha geniş bir tartışma zemini açabilme çabasında olacağız.
"Kökler" için kısaca
'68 hareketi döneminde devrimcilerin Türk bayrağını kullanması, tıpkı onun kendisini "Türk Solu" diye tanımlaması gibi son derece doğal karşılanıyordu, bundan da ziyade zaten bu meseleleler birer tartışma konusu bile değildi. Türkiye devrimci hareketinin bu emekleme döneminde başat mesele "emperyalizme karşı mücadele" idi ve iç ulusal mesele henüz zihinlerde tam bir vuzûha ermiş değildi. İlk yıllarında TKP, sonra Yol'da da Kıvılcımlı, Kürdistan ve Lazistan'daki ulusal baskıdan söz etmişlerdi ama bunun süreğen bir algı netliği yarattığı elbette ki söylenemez, bunlar salt arşivlerde kalan ve unutuluveren metinler olabildi.
Eski belgesel ya da görüntüleri izlediğimizde hemen fark ederiz, '68 öğrenci gençlik hareketinin eylemlerinde öne çıkan neredeyse tek figür Türk bayrağıdır ve bu bayrağı devrimci öğrenciler genellikle bir bayram merasimi havasında taşırlardı. Bu, o dönemin Türkiye solundaki "ulusalcı/Kemalist" mayanın açık bir göstergesidir de aynı zamanda, ama ayıplanacak bir durum değildir. O zamanın da siyasal gerçekliği oydu ve kimileri bugünlerde tekrar o aşamaya geri dönmek isteseler de, devrimci hareketteki bu biçim çoktan aşılmıştır. O günün devrimci hareketi, anti-DP üzerinden şekillenen Kemalist '50-'60 öğrenci hareketine göre çok daha ilerideydi, fakat o günü bugüne aynen kopya etmeye çalışmak da sonradan kazanılan daha ileri düşünsel mevziden geri adım atma anlamına gelecektir.
'60'ların ortalarından itibaren TİP'in ve giderek de Mihri Belli'nin çizgisinden uzaklaşan öğrenci gençlik hareketi, o on yılın sonlarına doğru kendine bağımsız bir hat çizmeyi başarabildi (FKF/Dev-Genç). Buradan, bugünkü legal-illegal hemen hemen tüm örgütlerin de "ulu ataları" olan THKP-C, THKO ve TKP/ML çıktı. Bu yeni örgütlerin içinde THKO teorik/ yazınsal anlamda ardıllarına hemen hemen hiçbir miras bırakmadı ama Kemalist izlerin en yoğun yaşadığı hareket de bu yapıydı. Deniz Gezmiş'in mahkemeyi yargılayarak verdiği savunma Mustafa Kemal'e ve mücadelesine atıflarla doludur. Fakat THKO'nun devamı olan iki örgüt (Halkın Kurtuluşu ve -bu mesele özelinde özellikle- TKEP) radikal bir özeleştiri sürecine girerek Kemalist etkilerden arınma yolunu tutabildi. Burada sehpada söylenen "Yaşasın Marksizm-Leninizm yüce ideolojisi! Yaşasın Kürt ve Türk halklarının kardeşliği!" şiarının psikolojik bir itkisi de vardır kuşkusuz.
THKP-C ise bugünkü politik ardılına temel oluşturacak bir yazılı birikim bırakabilmiştir ancak Kemalizm, ulusal mesele gibi konularda yararlanılabilecek çok net ve geniş bir havuz sunamamıştır. Bu gerçeklikten de ortaya Milli Mücadele dönemine anti-emperyalist bir savaş olarak eleştirilerini koymakla birlikte saygı duyan ancak tek parti dönemini Jakoben/ küçük burjuva karakterli bir rejim diye niteleyen bir çizgi çıkar. Fakat Türkiye devrimci hareketinin seyrine THKP-C, Devrimci Yol, Devrimci Sol ve onun devamı DHKP-C ile damga vurmuş olan bu akımın ve önderliği Mahir Çayan'ın Kemalizmin neliğine dâir koyduğu yorumların yer yer muğlak olduğunu söylemek de şart (*). Kaldı ki Mahir Çayan'ın Kürt sorununa ilişkin söylediği de pek az şey vardı -Küçük bir değini/cevapta sorunun Misak-ı Milli sınırları içinde çözümü dayatmasına karşı çıkar ve ayrıca ayrılma hakkının bir zorunluluk olmadığını belirtir.-
Üçüncü hareket ve önderlik olan TKP/ML ve Kaypakkaya ise o dönem için "şaşırtıcı" denilebilecek bir netlikle radikal bir kopuş yaşayarak Kemalizm'i "faşist bir diktatörlük" olarak mahkûm edecek ve kendi güzergâhını çizecektir.
Türk bayrağı "ilerici" bir simge olabilir mi?
Ciltler dolusu sürecek dallı budaklı bir mevzuyu özet mahiyetinde bir girişle öyle veya böyle bitirebilmenin çocuksu sevinciyle asıl konumuza geçiyorum: Bayrak ve sol.
Burada önce Türk bayrağı nedir ve neyi simgeler ona bir göz atmak gerek. Yoo, öyle kafadan "şanlı anti-emperyalist Kurtuluş Savaşı'nın sembolüdür!" ya da "faşizmin/sömürgeciliğin simgesidir!" diyerek yapmayalım bunu, hakikatten nedir bu bayrak, bir ona bakalım.
Efendim, ay yıldızlı bayrak ilk olarak III. Selim döneminde (1789-1807) kullanılır, kırmızı zemin üzerinde ay ve yıldız vardır, ancak yıldız sekiz köşelidir -Azerbaycan bayrağındaki gibi-. Sonra "Batıcı" padişah Abdülmecit, yıldızın köşelerini beşe indirir ve bayrak hemen hemen bugünkü şeklini almış olur. Sadece 28 Temmuz 1937 tarihli bir kararnâmeyle bayrak standardize edilir.
Ay yıldız, İslâm âleminin "tek hilâl" ya da üzerinde âyet-i kelime yazan yeşil ya da siyah bayrakla birlikte simgesi olması hasebiyle tanıdık olsa da, Türk bayrağı özelindeki efsanevi hikaye etkileyicidir. Söylenceye göre bir gece vakti şehit kanları üzerine akseden hilâl ve yıldız bu bayrağa ilhamlık etmiştir.
Yani Türk bayrağı, "anti-emperyalist bir Kurtuluş Savaşı"ndan çok daha evvel, yayılmacı ve gerici bir devletin, Osmanlı İmparatorluğu'nun simgesiydi, net. Osmanlı'nın yerine geçenlerse, bu bayrağı değiştirmeden kullanmışlar. Hâlbuki bir "devrim"den sonra tüm sembollerin bir başkasıyla yer değiştirmesi beklenirdi, tıpkı Sovyetlerde mavi, beyaz, kırmızı şeritli Çarlık bayrağının (**) yerini orak çekiçli kızıl bayrağın almış olması örneğinde olduğu gibi. Ya da Doğu Bloku ülkelerinin yaptığı gibi halefinden farklılığı ifade eden semboller bayrağa yerleştirilebilirdi, bu da yapılmadı.
Ulusal bayraklar, Güney Amerika solunda yoğun olarak kullanılır, örneğin Marksist-Leninist ve dünya ölçeğinde de gücü belli olan FARC'ın örgüt bayrağı Kolombiya bayrağı üzerinden şekillenmiştir. Latin Amerika'nın bu durumu sömürge geçmişi ve buna karşı verilen mücadele ve bu mücadelenin bugünü de etkileyen motivasyon ögeleri ve önderlikleri bakımından anlaşılır. Afrika devrimci hareketi için de durum böyledir, yerel ulusal simgeler ve Pan Afrika renkleri sol sembollerin hep birkaç tık önünde kullanıldı.
Ancak Avrupa ve Asya'nın ortasında, yani "eski dünya"da yer alan imparatorluk bakiyesi bir memleketin solunda hâkim ulusal simgelerin kullanımı aynı ölçüde anlayışla karşılanabilir bir durum değil. Bunu yaparak üstlenilecek şeyin, bin yıllık ve ne olduğu belli olan bir devlet geleneğinin simgelerini ilerici olmakla mündemiç olması gereken devrimci/sol hareketin bağrına saplamaktan başka bir anlamı olamayacaktır. Üstelik bunu içerisinde bir "milliyetler sorunu"nun alev alev yandığı bir ülkede yapmak, bunu olumlamak, geri getirmeye çabalamak, mâsumane de durmamakta. Hem de Kurtuluş Savaşı'nın anti-emperyalist içeriği de sol içinde mühim bir tartışma konusuyken.
Ne yani, alanlarda Türk bayrağı olmasın mı?
Hayır, olsun. Alanlara, barikat başlarına, devrimcilerin, solcuların yanında durmak için, onlarla beraber mücadele etmek için elinde Türk bayrağıyla gelen insanlara siz; "o elindeki bayrak bizleri 12 Eylül zindanlarında inim inim inletenlerin, Kürt dağlarında kaçak kovalayanların simgesi, bu bayrakla buraya gelemezsin!" diyemezsiniz, dememelisiniz. Zira elinde tuttuğu o ay yıldızlı bayrağın ya da Mustafa Kemal resminin o insan için bambaşka anlamları vardır. O insan hayata soldan bakan bir insan için elinde Türk bayrağıyla hakkını aramaya gelmiş ve ezilenlerin içinde saf tutmuş bir özne olabilir/olmalı sadece. O bayrağın neliği, orada, kavga alanında, tali ve oracıkta tartışılması komik olacak bir meseledir.
Ancak, bu şu demek değil. Devrimci/ solcu örgütler, tutsunlar da kitlelere -orak çekiçli bayrak ya da diğer semboller dururken- "Türk bayrağını kap, alanlara gel!" çağrısını yapsınlar. Hayır, bu aynı zamanda siyasal bir mesele ve böyle bir çağrı bir örgütün adı önüne şoven ya da pragmatist gibi sıfatların da gelebilmesini sağlar. Yani sempatizan kitlenin bir kısmında kendiliğinden oluşan bir şeye müdahale etmemekle, iradi olarak bu yönde bir çağrı yapmak birbirinden fersah fersah uzak konular.
Şöyle düşünelim, siz herhangi bir sol örgütün bir aktivistisiniz ve bir eylem örgütlüyorsunuz. Bu eyleme de biri sizin siyasal düşüncenizle kesişen neredeyse hiçbir noktası olmasa da Öcalan bayrağıyla geliyor. Ya da siz ekserisi ateistlerden oluşan bir hareketsiniz, türbanlılar sizi desteklemeye geliyor yahut hepiniz devrimci bıyıklarıyla sert heteroseksüellersiniz ama bir iki eşcinsel de kendi simgeleriyle sizin yanınızda. Ne yapacaksınız? "Kardeş buralar sana göre değil, uzaklaş!" mı diyeceksiniz?! Bazılarının "he!" dediğini duyar gibiyim ama tabii ki hayır.
Fakat, bu "Türk bayrağı" hususunda elbette ki şöyle bir nokta da var, üstüne basa basa belirtilmesi gerekli olan. Bizim yanımıza elinde Türk bayrağı ya da diğer hâkim ulusal simgelerle gelenlerden biz de onların, elinde Kürt ya da Çerkes bayraklarıyla alanlara gelenlere aynı saygıyı göstermesini bekleriz. Mustafa Kemal simgesiyle devrimcilerin yanında duranlar, yanı başından Apo resimleriyle geçen mazlumlara da tahammül edebilmeliler. Ki, Gezi sürecindeki ortaklaşmada bunun örnekleri fazlasıyla görüldü ve kemik ulusalcı kesimler dışında, Cumhuriyet ve Mustafa Kemal sevgisi taşıyan sıradan vatandaşların algısında bir ölçüde bir kırılma yaşanabildi. Çünkü bu geniş kesim ilk kez Kürt halkıyla bir empati kurabilme şansına gaz, plastik mermi, gerçek mermi ve tazyikli su yerken sahip olabildi.
O hâlde periferin, sempatizan kitlelerin alana Türk bayrağıyla mı, bikiniyle mi yoksa kara çarşafla mı geleceği o vatandaşlara kalsın (***). Ancak örgüt, bir söz, eyleyiş ve rotadır. Bu minvalde bakıldığında insanlara "Türk bayraklarıyla gelin!" çağrısı yapmak "çarşaf giyip gelin!", "Kur'anlarınızla gelin!" demek kadar yersiz, sevimsiz ve soldan gayrı kaçacaktır.
Özetle, sinema salonuna sonradan gelen kişinin, az ilerideki koltuğa yürümeye üşenerek, koltuklardaki insanlara "azıcık sağa kayın" demesi örneğinde olduğu gibi, "sağa kayma"yı tercih etmektense, "bulunduğun mevziyi koruyup", "sonradan gelen kişi"yi yanına almak gerek. Aksi pragmatizm olur bunun, bu, kazanılmış yerden bir geri adımdır, uyumlanmadır ve sonu hayırlı bir yere varmayacaktır. (****)
Solun bayrağının ne olduğu bellidir, onun yanına başka bayraklar ve sembolleri de insanlar kendi dünyalarına göre koyabilirler, sol buna açık, kapsayıcı bir fikriyat. Fakat bu diğer bayrak ve semboller "solun kendi imgesi" yerine de geçmemeli elbet. (İGY/ÇT)
--
(*) Yine P-C kökenli olan Kurtuluş ise 12 Mart sonrasında geleneğe sert eleştiriler yönelten ve Kürt meselesinin çözümünü başa koyan bir grup tarafından yeni bir hareket olarak yaratılacaktır.
(**) SSCB yıkıldıktan sonra aynı bayrağa dönüldü, ortadaki ya da sol üstteki çift başlı kartallı Çarlık sembolü bayrağa konmadı ama devlet arması olarak geri döndü.
(***) Öteden beri Halkevleri, ÖDP ve -daha az olmakla birlikte- Cephe'nin özellikle yerellerde örgütlediği kimi eylemlerde genel kitleye göre epey azınlıkta da olsa "hareketin Türk bayraklı taraftarları" zaman zaman görülür. Ayrıca "Alevi hareketi" denilen Cephe'nin sempatizan kitlesi içinde türbanlı kadınların da az çok bir görünürlüğünün olduğunu da burada söylemiş olalım.
(****) Bu "sinema salonu" benzetmesi Yeni Çözüm dergisinin Şubat 1987 tarihli ikinci sayısındaki Şükran Dereli imzalı "Burjuva İdeolojisi ve Küçük Burjuvaların İdeolojisi" başlıklı yazıdan alınmıştır.