İstanbul'da, 21-22 Mayıs günlerinde Heinrich Böll Stiftung Derneği Türkiye Temsilciliği, Habervesaire ve Helsinki Yurttaşlar Derneği "27 Mayıs Darbesinin 50. Yıldönümü ve Türkiye Siyasetine Etkileri" başlıklı bir sempozyum düzenledi.
Bu yazıyı sempozyumu izledikten sonra yazma gereği duydum. Gerçi çok cesur konuşmaların olduğu bir sempozyum değildi. Hatta tartışılması gereken bazı konular tartışılmadı. Buna rağmen, 27 Mayıs darbe koşullarına ilişkin oldukça yoğun bilgi aktarımı yapıldığının altını çizmek gerekir.
27 Mayıs Cuntası'nın icraatları ve sosyalistlerin tavrı
Sosyalistler 27 Mayıs Darbesini ve '61 Anayasası'nı doğru dürüst analiz etmediler. Hatta bol bol bu darbeye ve anayasasına övgüler yağdırdılar. Sürekli onun ne kadar demokratik bir anayasa olduğunu söylediler ve söylemeye devam etmekteler. Sol örgütlerinin en radikal kesimleri bile, bu darbeyi olumlayacak bir şekilde, "61 Anayasası'nın getirdiği hak ve özgürlükler..." diyerek darbeye bir nevi meşruluk kazandırdı.
Bu genel yaklaşımın günümüzde değiştiğine dair hâlâ herhangi bir ciddi işaret görmüş değiliz. Sosyalistlerin bu tutumlarının arkasında hiç şüphesiz, Cumhuriyetle birlikte Kemalistlerle, daha sonra Kemalist aydınlarla devam eden politik etkilenmesinin önemli etkisi var.
27 Mayıs Cuntası, ilk bildirgesi ile NATO, CENTO gibi Amerika Birleşik Devletleri (ABD) ve Avrupa'nın bekçiliği ve işbirlikçiliğini öngören anlaşmalara kesinlikle sadık kalacağını ifade etmişti. "Adnan Menderes, Ardahan'ı Ruslara verip, karşılığında kredi alacaktı" suçlamasıyla yargılanırken Cemal Gürsel buna dayanarak "Aslında biz sadece ülkemizi korumakla kalmadık, NATO'nun Güneydoğu Kanadı'nı da kurtardık" sözleriyle cuntanın ABD ve NATO ile olan ilişki düzeyini de bir bakıma ifade etmiş oluyordu.
Cuntanın yönetime el koymasıyla birlikte, sosyalistlere ve Türk olmayanlara özellikle de Kürtlere yönelik bir dizi uygulamalar, önceki hükümetleri aratmayacak düzeydeydi. Anayasanın başlangıç maddesindeki "Hâkimiyet kayıtsız şartsız Milletindir" tanımlaması "Hâkimiyet kayıtsız şartsız Türk Milletinindir" biçiminde açıkça ırkçılık temelinde değiştirildi.
147 öğretim üyesi üniversiteden atıldı. Türk olmayan vatandaşların yaşadığı tüm yerlerin isimleri değiştirilerek, ırkçı uygulamalar hayata geçirildi. 600 Kürt Sivas'ta kamplarda tutuldu sonra bir kısmı batıya sürüldü.
Cunta'nın bir dizi icraatının yanı sıra gerçekleşmemiş iki icraatı daha vardı; bunlar, Tarık Ziya Ekinci sempozyum sırasında dile getirdi. Birincisi Alpaslan Türkeş'in Milli Birlik Komitesi'ne (MBK) önerdiği "Ülkü Birliği" ki bu öneri daha sonra İnönü ve CHP'nin iradesiyle hayata geçirilmesi önlenmiş ve Türkeş MBK'den atılarak sürgüne gönderilmişti.
İkincisi MBK'nin ünlü 'Kürt Raporu'dur. "Kendisini Kürt sanan vatandaşlar ..." diye başlayan raporun, birçok maddesi de aslında Türkeş'inkinden özde farklı değildi. Cuntacıların bu önerisi seçimlerle birlikte herhalde "uygulanamaz" bulunmasından dolayı daha sonra hasıraltı ediliyor. Ecevit öldükten sonra arşivini araştıran Can Dündar ile Rıdvan Akar bu belgeye dosyalar arasında rastlıyorlar.
Cunta, Celal Bayar'ı yaş haddinden ve aynı zamanda Mustafa Kemal'in silah arkadaşı olmasından dolayı asmak istemeyince, solun özellikle de "sosyal demokrasinin" medar- î iftiharı olan hukukçular ve aydınlar - bunların içinde Muammer Aksoy, Tarık Zafer Tunaya gibi tanınmış birçok sima var- Celal Bayar'ın asılması için 'özel hukuk' yapılması teklifinde bile bulunmuş fetvacılardır.
Sunumculardan tarihçi Mete Tuncay bu tarihi olayı aktarırken ilginç bir göndermede bulundu.
"Celal Bayar, 'Dersim Tenkil'i esnasında başbakandı. Dersim yerle bir edilip binlerce insan katliamdan geçirildikten sonra Seyit Rıza ile arkadaşları tutuklanmıştı. Yaşı yetmişin üzerinde olmasından dolayı hemen yasal düzenleme yapıldı ki idam yasaları hukuk kuralıdır sadece mahkûmun lehine olabilecek durumlarda ancak değiştirilebilir.
Mahkûmun aleyhine olduğu durumlarda değiştirilemez. Buna rağmen Seyit Rıza'nın yaşı küçültüldü ve oğlunun da yaşı tutmadığından büyütülerek idam edildiler. Mete Tuncay; 'acaba Celal Bayar idam endişesi içinde bunları düşündü mü?"
Bu gönderme, cuntacılıktan, kurbanları dâhil sağ politik kesimlerin yeteri kadar ders çıkardıkları söylenemeyeceğinden dolayı önemliydi.
27 Mayısçılar demokratik hak ve özgürlüklerden yana mıydı?
Peki, tüm bu uygulamalara rağmen, 27 Mayıs'ın 61 Anayasası'nda var olan temel bazı hak ve özgürlüklerin hikmeti ne idi?
Murat Belge ve Seyfi Öngider bu konuda bazı açıklamalarda bulundular. Bu açıklamalar ışığında şunları söylemek mümkün: Cumhuriyetin kurulmasından 1946 yılına kadar tek parti rejimi sürdü. Bu süre içinde şehir nüfusunu oluşturan burjuvalar, aydınlar, askeri ve sivil devlet bürokrasisinin işi oldukça kolay görünüyordu. Köylülerin, Kürtlerin vergi ve jandarma baskısı altında inlemelerini kimse görmek istemiyordu.
Diğer taraftan köyden kente göç sürerken, kapitalizmin taşraya kadar yayılması da epey yol almıştı. Bu süre zarfında devletin asker ve sivil bürokrasisine karşın, özellikle 1946 yılındaki çok partili parlamenter sisteme geçişle birlikte, taşra kökenli önemli sivil siyasal bir güç ortaya çıktı. Taşra kökenli ve geniş köylü kesiminin, tabir- î caiz ise baldırı çıplakların desteğini alan bu güç, 1950 yılında Demokrat Parti olarak iktidara geldi.
CHP, ordu ve aydınlar bu gelişmenin önüne geçilmesi gerektiğine kuvvetle inanıyorlardı. Bundan böyle, bu devleti ve ülkeyi DP zihniyetinin yönetmesi onlar açısından düşünülemezdi. Kısa bir süre sonra ordunun geri çekilmesi ve seçimlerin yapılması durumunda aynı siyasal gücün tekrar taşranın desteği ile iktidar geleceklerini ön görüyorlardı. Olası bu gelişmeye karşın yasal ve sosyal bir takım önlemlerin alınması gerektiğini düşünmekle kalmadılar bizzat bunları hayata geçirdiler.
Cuntayı destekleyen hukukçu ve aydınların yaptığı bir dizi yasal düzenlemeler ile ordu, üniversite, sendika, dernek ve bir bütün olarak şehirli muhalif güçlerin gelişimlerinin önleri açıldı.
27 Mayısçıların yaptıkları bu düzenlemeler, zamanlama olarak gelişmekte olan sola yaradı. Soğuk savaşın çok kızıştığı bu yıllar, sömürgeciliğe ve özellikle de ABD egemenliğine karşı Ulusal Kurtuluş Hareketlerin yükseldiği yıllardı. Dünyada esen sol rüzgâr, bu koşullarda TİP, FKF daha sonra da tüm 68 Hareketi'nin gelişmesine tarihsel bir tesadüf olarak yaradı denebilir.
Hiçbir şekilde ne cuntacılar ne de onların akıl hocaları hukukçular solun, sosyalistlerin gelişmesi için bu yasaları düzenlemedi. Bu gerçeği bugün de ulusalcı solun ve CHP'nin politik tutumlarından geriye dönerek çıkarmak mümkün
Paralel toplum olarak Ordu
TSK'nin tarih içinde geldiği diğer bir önemli noktayı sempozyum sırasında Ahmet İnsel dile getirdi. Üstünde çok az düşünülen ve kafa yorulan bir konu olarak TSK'nin bu konumu ciddi bir toplumsal sorun olarak Türkiye'nin önünde duruyor.
1960'lardan önce sosyal hayat standartları ve maaşları göreceli olarak iyi olmayan ordunun konumu, bu bakımdan 27 Darbesi ile birlikte düzeltildi. Birçok yasal ekonomik düzenlemeler yapılarak, ordu hızla ayrıcalıklı bir konuma getirildi. OYAK 27 Mayıs cuntasının önemli icraatlarından biri olarak şu anda Türkiye'nin üçüncü büyük ekonomik devi olarak ayakta. Lojmanlar, dinlenme tesisleri, orduevleri bu dönemde hızla çoğaldı. Sivillere karşı, ordu mensuplarını lehine birçok yasal düzenlemeler yapıldı.
Günümüzde askeri lojmanları kullanmayı hak eden 100 bine yakın ordu mensubuna mukabil 57 bin lojman bulunmaktadır. Yüzde 1.8 kişiye bir lojman düşmektedir. Oranlama olarak ne MEB ne de Emniyet Genel Müdürlüğü lojmanları bu sayıya yaklaşabiliyor.
Türk Silahlı Kuvvetleri cumhuriyetle birlikte önemli ayrıcalıkları olan bir zümre olarak var olageldi. Özellikle 90'lardan sonra TSK sadece sivil toplumdan nerdeyse tamamen ayrışmakla kalmadı, sivil topluma karşı olmasa bile ona rağmen ve onun paralelinde kendisini konumlandırdı.
Ordu ile sivil toplumun arasındaki bu ayrışma ve ayrıcalıklı konum artık Türkiye'de bir seçkinler zümresi olarak Ordu mensuplarının bir paralel toplum oluşturduğunu anlamına gelir. Ordu'nun kendisine ait iç hukuku, ortak yaşam alanları olan lojmanları, alışveriş merkezleri, orduevleri var. Bu kurumlaşmalar sayesinde sivillerle ordunun ilişkisi tamamen kesilmiş durumda, Ordu mensupları tamamen kendisine has bir dünya oluşturmuş durumdadır.
Sivillerden bu düzeyde ayrışmış, ayrıcalıklarla donatılmış TSK mensuplarının, sivillere dair algıları çok uzun bir süreden beri değişmiştir. Ordu mensupları çoğunlukla sivillere kuşku ve şüphe ile bakan ve sivilleri güvenilmez unsurlar olarak algılamaktadır. Bir biçimiyle kendi varlığını savaşacağı düşman kavramı üzerinde ifade eden Ordu mensupları için bu ayrışma ve ayrıcalıklı durumları, sivilleri potansiyel düşman olarak algılamalarını kolaylaştırmaktadır.
Solun, özellikle de sosyalist solun cunta ve askeri vesayete ilişkin bakış açısını yeniden köklü olarak ele alması gerekir.
İlk açık askeri müdahalenin yapılmasının üzerinden koca 50 yıl, yani yarım yüzyıl geçti. Demokrasiden ve dayanışmacı bir toplumdan gerçek anlamda yana olanların silahlı güçlerin gölgesinde hala politika yapmalarının lüksü yoktur. (SP/EÖ)