Vedat Türkali, Yalancı Tanıklar Kahvesi’nde Rüştü’ye söyletir: “Lenin’e ‘Niye parti programında din karşıtı bir şey yok diye sorarlar. Lenin’de “Aptallık olur da ondan” der.
Sıradan kavramlara sıradan muamele yapmak kimseyi sarsmaz, çevresinden yalıtmaz. Sıradan kavramlar, sıradan sebeplerle sahiplenilirler ve sıradan yöntemlerle korunup kollanırlar. Misal “Allah” sözcüğü, insanlık tarihinde hiç sıradan kavram muamelesi görmemiştir.
Ya da şöyle anlatabiliriz: Bildiğim kadarıyla hiçbir sol içerikli devrimci mücadelenin nihai hedefi “tanrı-tanrılar” olmamıştır. İlk başkaldırının muştusu olan Spartacus’un ordusunun derdi de kölelikti, tanrılar kenti Roma’nın tanrıları değil. Esasında dinin dokunulmazlığı yoktur, dokunabilme kuralları vardır sadece. Yüzyıllardır bu kural tıkır tıkır işler. Kimse uluorta yerde Allah’a laf edemez.
Spinoza, Etika’da, “Var olabilmek bir güçtür, bundan şu sonuç çıkar ki, bir şeyin ne kadar gerçekliği varsa, onda var olabilmek kuvveti o kadar çoktur” der. Öteden beriden gelecek her “Tanrı yok!” keşfi, bununla bertaraf olur. Hep var olabilmişi, elinizle itseniz, baş aşağı edip Marquies de Sade gibi Tanrı’yı “İnsanın, tek bağışlanamaz kusuru” ilan etseniz de varlığı alışkanlıklarınıza yerleşecek kadar “Var” olmuştur.
Bilinemez varlık, bilinemez de olsa “özne” rağbeti görür. İster uhrevi vaatlerle manevi dayanak deyin, ister insanın bilgiye, öğrenmeye teşneliğinin en son varabileceği noktayı aşağı yukarı tahmin edebilmesinden dolayı duyduğu sezgisel önlem deyin, ister öte dünyanın “sonsuz”u insana armağan etmesinin cazipliği deyin, Tanrı ya da Tanrılar 90 derece dik açıyla tepenizdedir. Siz inançsızlık gölgesine kaçsanız dahi Tanrı’nın sıcaklığını yeryüzü reddedebilmiş değildir.
“Din, tek başına, insanlık tarihinin bugüne kadar gördüğü en güçlü ideolojik silahtır” der Terry Eagleton. Dinin kendi zorluğu bir yana, ona “dokunma kuralları”nın da olması, üzerine yapılan tüm konuşmaları, çalışmaları anlaşılması zor hale getirir. Sağ kulağa gidecek el soldan çember çizer. Örneğin “Yok değildir Allah, ama yok gibi bir şey” demek ne demek?!
Bu sebeplerle olacak ki solun din konusunda aldığı tutum altını neyle dolduracağını bilemediğim bir bilgiçli-bilinemezci gizemciliğe sahip. O yüzden solcular Allahlı mı, Allahsız mı kimse şuana kadar doğru dürüst öğrenemedi. Korkusuzca “Allah yok da” dediklerini duymadık, çekine çekine “Allah var” dediklerini de. Bu orta karar hallerinin gerekçesi kavi, haklarını verelim. Denilebilir ki toplu karar mı vermek gerek, kim ne düşünürse. Genel kanı solcuların dinsiz oldukları ama dediğim gibi bu bir kanı.
Sivas’ta yakılan insanlar “Allahsız bunlar” naralarıyla yakıldı. Bugün hortlatılan 90’ların devlet menşeli Hizbullah örgütü gene “Allahsızlar” diye saldırmakta öğrencilere. 1913-1918 İttihat ve Terakki’nin Etnisite Mühendisliği, peygamberlerini beğenmedikleri insanlar üzerinde politik takibat, katliam ve tehcir uyguladılar. Fazıl Say sormuş bunun üzerine, twitter hesabından: "Tanrı, uğruna yaşayacağın bir şey mi, öleceğin bir şey mi, yoksa hayvanlaşıp öldüreceğin bir şey mi? Bunu da düşün." Çok mu?
R. Rorty ve G. Vattımo, Dinin Geleceği’nde, “zayıf düşünce” dedikleri bir paradigmadan bahsederler. “Yorum çağı” diye nitelendirdikleri yaşadıkları zamanda zayıf düşünce, iki şeyle temsil edilir: Pragmatizm ve hermenötik.
Günah sorununun kamusal bir şey olma, bazı bireyleri intihara sürükleyecek denli baskıcı bir şey olma özelliğini kaybettiğini söylerler. “Zayıf düşünce”, metafiziği alt etmeye yönelik bir çağrıdır. Tanrı figürünün taşıdığı ağırlık, felsefenin yapısökümsel jesti sayesinde ortadan kaldırılamıyorsa onun mevcudiyeti yeniden ele alınmalıdır. Postmodern din algısının milliyetçi, gelenekçi ama bir o kadar zamana uydumcu, işine göre kalıtçı işine göre silici olduğunu da düşünürsek -ki bunun adı ortaya karışık dindir- konu bir hayli sözüm ona ilginçleşir.
Seçmen başarısını tamamıyla Allah’la kamu önünde kurduğu ilişkisine borçlu olan AKP’nin de formülü “zayıf düşünce.” Erdoğan Bayraktar’ın, Dilek Özçelik’le kurduğu diyalogun tek bir hakikati var. O da Bayraktar’ın rahata batmış zengin kalbinde merhametin yerinin olmadığı. Düşmanına dahi merhamet etmeyi nasihatleyen kitabın mümini, inşaat sektöründe bir biri ardına betonlarını şehre öbek öbek bırakırken, inandığı kitabı unutmuş. Roboski Katliamı’ndan, HES’lere kadar günaha batmış bir devlet erkânı. Yorum çağında din yasakları hangi gücün elindeyse ona göre şekilleniyor.
Fazıl Say’ın "Irmaklarından şaraplar akacak diyorsun, cenneti ala meyhane midir? Her müminine İKİ huri vereceğim diyorsun, cenneti ala kerhane midir? Bilmem fark ettiniz mi ama nerede yavşak, adi magazinci, hırsız şaklaban varsa hepsi Allahçı, bu bir paradoks mu?” sözleri tam da R. Rorty ve G. Vattımo’nun bahsettikleri “zayıf düşünce”nin dalaletleri. Boyunu aşan sözler midir? Hayat zor. Allah’lı hayat daha katlanılabilir hale geliyor sanırım. O yüzden kimsenin yol arkadaşına laf etmek istemem. O arkadaşın şu, şu özelliklerini tasvip etmiyorum dersin, o kadar. Gerisi sanırım hadsizlik.
Bu ülkenin %’de bilmem kaçının Müslüman olduğunu her dem hatırlatan ve bu dinin türlü erdemleri ile övünenlerin birkaç gün önce gerçekleşen bir olayın fotoğrafına bakmalarını isterim. Galata Köprüsü üzerinde balık tutmaya çıkan 53 yaşındaki Cevdet Özkan geçirdiği kalp krizi sonucu ölürken, naaşının etrafında balık tutanlar istiflerini hiç bozmamışlardı. Sizce Allahlı ve Allahsız olarak ikiye ayrılsak bir şey fark eder mi? Son olarak Ah Muhsin Ünlü’nün şiirindeki soruya vereceğimiz yanıtla bitirelim:
“Sevgili Şeyhim
Ben Allah’ı çok seviyorum
Onu düşününce içim titriyor: elim-ayağım-soluğum,
Her şeyim kesiliyor.
Ama O’na bir türlü açılamıyorum.
Ne yapmalıyım?”
Önce duygularından emin ol. Belki de bu ilişkiye daha hazır değilsindir. (FG/HK)