Muhalefetten yükselen "erken seçim" çağrıları, aralarında silahlı kuvvetler mensuplarının da yer aldığı "vatansever" komplo girişimleri, 1999'dan 2005'e kadar süregitmiş olan ateşkesin sona ermesi ve PKK'nin yeniden savaşa başlaması, Danıştay üyelerine yönelik saldırıdan sonra cenaze töreninde AKP'li Bakanların uğradıkları küçültücü muamele, ama hepsinden önemlisi hükümetin "Şemdinli Davası" sürecinde silahlı kuvvetler karşısındaki aczi Hepsi bir arada Türkiye'nin AKP'nin hükümet olmadığı bir toplumu düşünmeye başladığını gösteriyor.
Ama hala cevaplanmamış bir soru var düzen açısından: AKP'nin ve Erdoğan'ın yerine kim ve ne konacak? AKP'nin toplumla ve devletle ilişki kurma tarzına yönelik yaygın eleştirileri açıkça dillendirmekten kaçınmayan TÜSİAD'ın tepesindeki Koç-Sabancı koalisyonunun sıra bütün ihtilafların tek demokratik çözüm mekanizması olması gereken seçime geldiğinde "erken seçime gerek yok" demeleri, bu sorunun cevabının henüz bilinmiyor olmasından.
Ancak "erken seçim"in erken bulunması, Erdoğan'ın başbakanlığı ve AKP iktidarının devamı çevresindeki egemen mutabakatın sürdüğü anlamına gelmiyor.
AKP'de artık olmayan
AKP hükümeti Kasım 2002'de seçim sonuçlarına göre yasal hükümet olsa da, Türkiye'yi yönetmek için en büyük ihtiyacı olan "iç mutabakat"ın büyük sermaye ayağı yarım, ordu ayağı ise "askıda" idi. AKP bu meşruiyeti "küreselleşme" ipine sarılarak üretti. Kopenhag Kriterlerinin kabullenilmesi, Avrupa Birliği üyelik müzakereleri için Aralık 2005'te gün alınması, Türk Silahlı Kuvvetlerinin Avrupa Güvenlik ve Savunma Politikası'na dahil oluşu, IMF destekli ekonomik programın sürdürülmesi, Washington'un "Büyük Orta Doğu Projesi"ne verilen destek Hepsi bir arada içerideki güç odaklarını uluslar arası alandan kuşatarak AKP iktidarı için gereken yerel onayı tamamlamıştı.
Bütün bunlar, hem uluslar arası koşulların zorlayıcılığı hem de Tayip Erdoğan'ın kendi açmazlarından ötürü artık son buldu. Erdoğan'ın başbakanlığı artık ordu için de, büyük sermaye için de, Avrupa Birliği ve ABD için de yalnızca biçimsel bir anlam taşıyor.
AKP'nin hükümet olmasında, CHP dışındaki, "alternatifi" sayılabilecek bütün öteki sermaye partilerinin toplumsal desteklerini yitirmeleri elbette önemliydi. Ancak bundan da önemlisi AKP'nin "Atatürkçü", batıcı, laik seçkinlerle oluşturduğu adı konmamış mutabakattı. Askeri müdahaleyle devrilen Refah Partisi'nin içinden çıkan AKP, ancak, 28 Şubat'ın laiklik konusundaki "kırmızı çizgileri"ni kendi politik sınırları da olarak içine sindirdiğini belirgin bir biçimde ortaya koyduktan sonra "beyaz Türkler" arasında bir sermaye seçeneği olarak kabul görmeye başlamıştı.
Öte yandan AKP yalnızca bir politik parti değil aynı zamanda İslami yaşam tarzı, kültür ve gelenekler üzerinde var olan bir cemaatler, vakıflar, tarikatlar, mezhepler koalisyonu da. Bu koalisyonun kültürel ve toplumsal taleplerinin karşılanması için AKP hükümeti ve belediyelerinin attığı her adım aynı şiddette bir tepki doğurarak İslamcı-laik gerilimini derinleştiriyor.
"Türban"da simgelenen bu İslami ve laik değerler çatışması, yalnızca içeride değil bizzat Tayip Erdoğan'ın "zina" ve "karikatür" krizlerinde takındığı, "laiklik"le asla bağdaştırılamayacak tavırları dolayısıyla dışarıdaki mutabakatının da temellerini örseledi. Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi'nin üniversitede türbanın yasaklanmasının "uygun" olduğuna dair verdiği karara gösterdiği tepki de Erdoğan'ın "laiklik" iddialarının uluslar arası inandırıcılığını büyük ölçüde ortadan kaldırdı. Bütün bunlar Avrupa'daki iktisadi daralmayla bir arada Türkiye'nin AB üyeliği ihtimalini AKP için bir imkân değil bir sorun haline soktu. Türkiye'yle ne yapacağı konusunda bölünmüş olan AB ülkeleri şimdilik bir uzlaşma konusu bulmuş görünüyor: Kıbrıs. AKP sonbaharda hiçbir ön şart olmadan Kıbrıs gemilerine Türkiye limanlarını açmazsa AB üyelik müzakerelerini askıya alacak.
Milliyetçilikten medet uman Erdoğan
AKP ve Erdoğan AB reformları, Irak'ta Kürt Federe Yönetiminin kurulması, "Kürt Sorunu"nu kabul ve Kıbrıs'ta Denktaş'ın devrilmesine verdikleri destek dolayısıyla yaygın ve şiddetli milliyetçi tepkiyle karşı karşıya kaldılar. Bu tepkiyle Avrupa Birliği'nin karşılarına koyduğu Kıbrıs'ı tanıma zorunluluğu arasında sıkışan Erdoğan, artık uluslar arası desteğinin de son bulduğunu görerek desteden milliyetçilik kartını çekmeye ve siyasal mücadelenin eksenini "milliyetçilik" üzerine kurmaya karar vermiş görünüyor.
Erdoğan ve AKP bundan böyle mücadelenin Türkiye'nin arkaik "milliyetçilik" zemininde sürdürüleceğini kabulleniyorlar. Bu tercihin şok dalgaları küresel ölçekte algılandıkça AKP'nin giderek daha sağa kayacağı böylece toplumun gidererek artan bir sağcı-dinci-milliyetçi iklimde soluk alıp vermeye başlayacağı apaçık.
Deniz Baykal'ın sağı
Ana muhalefet partisi CHP lideri Deniz Baykal'ın "erken seçim" kampanyasıyla birlikte partisinin kapısını ardına kadar "vatansever ve milliyetçi" sağcılara açtığını ilan etmesi de bundan. Sosyal mücadelelerle çoktandır bağlantısını kesmiş ve silahlı kuvvetlerin halkla ilişkiler sekretaryası rolünü üstlenmiş olan Baykal ve CHP'sinin Kürt, demokrasi ve yabancı düşmanlığı ile besledikleri ve zehirledikleri siyaset zeminlerine "sol" değerlerle seslenmeleri artık olanaksız. O sözlere solcular inanmayacağı gibi, o zeminde bulunabilecek "sol" seslere açık seçmenden parlamentoya girecek kadar oy almanın neredeyse imkânsız olduğunu Deniz Baykal'dan iyi kim bilebilir.
SHP'nin hülyası
28 Mart yerel seçimlerinde DEHAP, ÖDP, EMEP, SDP ve ÖTP ile birlikte "Demokratik Güçbirliği" ittifakının oluşturulmasında etkin rol oynayan Sosyaldemokrat Halk Partisi (SHP) lideri Karayalçın ise bu Baykal'la "ilkeli" ittifaktan yana olduğunu açıklamakta herhangi bir sakınca görmüyor.
Karayalçın şöyle diyor: "Ortak bir hükümet programı hazırlanmalı. 1996 ve 2006 tarihli İtalyan deneyiminden bu açıdan çok ciddi olarak yararlanılmalı. Onlar ortak bir program metni nasıl hazırladılar, onun üzerinde durulmalı. Türkiye Projesi oluşturulmalı.
"Bu proje, yurttaşların değerlendirmesine sunulmalı. Ortak başbakan adayı çıkarılmalı. Oy oranına bakmadan üç sosyal demokrat partinin hazırladığı programa ve üç sosyal demokrat partinin çıkaracağı, çıkarmayı kararlaştırdığı başbakan adayına evet diyecek olan diğer sol partiler bu ittifaka çağrılmalı."
Sosyalistler?
SHP'yle bir önceki seçimlerde ittifak yapmış olan sol partiler bu çerçeveyi benimseyebilir mi?
Bu sorunun yanıtı yalnızca ideolojik değil politik ve toplumsal nedenlere bağlı olarak ortaya konmadıkça sosyalist partilerin böyle bir ittifakı apriori olarak reddedeceklerine dair bir yargı ortaya koymak çok güç.
Türkiye'yi saran sağcılaşma ve muhafazakârlaşma, enternasyonalist değerleri erozyona uğratan milliyetçi sayıklamalar, Kürt sorunundaki çözümsüzlüğün beslemeye devam ettiği karşılıklı "ötekileştirme" eğilimleri, işçi hareketine yaklaşımda ekonomizmin artan ağırlığı hep bir arada ele alındığında sosyalist hareketin ortak bir politik tartışmaya olan ihtiyacı apaçık görünüyor.
Milliyetçiliklerin rekabeti içinde süre giden parlamenter siyasetin, Türk-İslam sentezinin hâkimiyeti altındaki eğitim sistemi, her türlü ırkçılığın ve cinsiyetçiliğin kol gezdiği spor, medya ve popüler kültür dünyasının zehirlediği toplumsal zihniyetin şöyle ya da böyle sola, sosyalist solun hitap alanındaki kitleye ve hatta sosyalist hareketin iç dokularına sirayet etmemiş olduğunu ne kadar güvenle söyleyebiliriz.
Bütün bunlar sosyalist hareket ve güçler arasındaki ortaklık zeminlerinin geliştirilmesinin ve "sağa giderek" sola ulaşılmasının olanaksızlığının kolektif bilince kazınmasını bir seçim tartışmasından da önce yakıcı bir gereklilik haline getiriyor. (EK)