Son birkaç gündür emek hareketleri içinde gelen iktidar kavgası haberleri mide bulandırıcı nitelikte. Az biraz büyüyen, biraz kıpırdayan, biraz hareketlilik izlenen sendikal örgütlenmelerinde kavga, gürültü anlatılacak ve paylaşılacak gibi değil. Muhabirliğe başladığımın ilk bir iki yılıydı; Topkapı Ambarlarda sendikal rekabet adına ölümlü bir çekişmeye tanıklık etmiştim maalesef. Kürt olan ve aralarında kan bağı çok güçlü olan bu hamalların, taraflardan birisinin onların ulusal kimliklerini aşağılayan, bölücü olarak gören, hatta nefret boyutunda yaklaşan bu sendikal anlayış uğruna neden mücadele ettiğine bir türlü anlam veremiyordum. Gözlem ve deneyimlerim her gün yeni bir iktidar kavgası, yeni bir ayak oyunu, yeni bir dedikodu ve sahtekarlıkla katlandı…
Üye yapmaktan başlayıp, delege seçiminden kongre süreçlerine, işbirliklerinden ilişki kurma tarzlarına, üye aidatlarından para harcamalarına, maaş alımından bağış yapmalarına, tüzük ihlalinden hukuksuzluklara, sendikayı bir sıçrama tahtası olarak görüp milletvekili olmaktan tutun da, en solcu sendikanın Mehmetçik Vakfına para bağışına, en milliyetçi sendikanın sözüm ona sol bir gazeteye para akıtmasına, aşk dedikodularından ceviz kabuğunun içini doldurmayacak ideolojik-politik çatışmalarına kadar say say bitmez…
Sadece işçi sendikaları değil, bu anlamsız iktidar kavgası bir dönemin unutulmaz mücadelelerini vermiş olan KESK’i bile pire gibi kemirdi.
Velhasıl uzun uzun yazmaya karar verirsem bir kitap olur ama kimin haklı, kimin haksız olduğu, kimin ne yapmak istediği, gazeteciye niye yaklaştığını, niye haber istihbaratı paylaştığını anlamak için ciddi bir staj süreci oldu benim için. Bazı şeyler anladığımı sanıyorum;
1- Dünyayı sadece bir sendika yönetim ve başkanlığından ibaret görenlerin tamamı kaybetti.
2- Parti programını dayatan sığ siyasetlerin tamamı kaybetti.
3- Türkiye işçi sınıfına ulusal istihdam programları karşısında boyun eğdirildi.
4- Emek hareketi işveren ve bürokrasi ile giriştiği tüm mücadelelerde kazanımlarını koruyamadı. (TEKEL direnişinden, Paşabahçe direnişine kadar sayacak o kadar var ki anlatmakla bitmez)
5- Sınıf hareketi, geçmişinde elde etmiş olduğu tüm kazanım, değerler ve mirasları birbir tükettiyor.
6- Küçük olsun benim olsun diyen bütün sendikalar zamanla çürüdü. (Herkese demokrasi dağıtıp kendilerini muaf tutular)
7- Tamamı birbirine o kadar çok benzedi ki ayrıştırmaya bile gerek kalmadı. (Tamamı da erkek dünyası)
8- Devlet lehine olan sarı sendikacılığın yanına bir de iktidar dalkavukları türedi.
9- İşe AKP’nin de el atmasıyla birlikte hormonlu büyüyen Memur-Sen ve Hak-İş’imiz oldu.
10- Mevcut sendikalara olduğundan fazla anlam veren ve beklenti içine girenler hep yanıldı… Bu kısmı da artarak devam ettirmek mümkün ama bunu da burada keselim.
Şimdi bana kocaman bir “eee” sorusunu cevaplamak kaldı galiba: Kürtlerin bir sözü var “Kurme dare ne ji dare be dar narize” yani kendi kurdu olmazsa ağaç çürümez. Benim de muhabirliğimden anladığım şu; milyonlarca örgütsüz insan yığını orta yerde duruyor ama bilmem kaç yaş üstü sendika yöneticileri hep kazandı ve taş gibi yerlerinde duruyor. Hiç ayırt etmeden hepinize söylüyorum, cümlenizin günahı var beyler, ağalar, başkanlar, sekreterler, örgütlenme uzmanları, üniversite hocaları… Hepiniz ve hepimiz tarih önünde günahkarız. Toptan yazık ediyoruz.
Yine “eee” diyorsanız, çözümü de var. Onu da açık yüreklilikle tartışalım. (SY/NV)
* Bu yazı 17 Temmuz'da Özgür Gündem gazetesinde yayımlandı.