Kadınlar olarak ataerkiye karşı topyekûn bir savaş açıyor ve bu savaşı hayatın her alanında örgütlüyoruz. Ataerkinin ne olduğunu, ne istediğini, neyi dayattığını ve bunun sonuçlarını çok iyi biliyoruz. Ataerkiyle mücadele etmek için önce onun boyunduruğundan çıkmaya çalışıyoruz. Mücadelenin ilk adımı burada başlıyor: Baş kaldırı.
Evet, mücadele topyekûn ve hayatın her alanında. Peki, topyekûn başkaldırırken neden bunu romantik ilişkilerimizde yapmakta zorlanıyoruz?
İşlemeyen sistem ışıldamaz
Ataerki, hayatın her alanına işlemek ve kendini sürekli yeniden üretmek zorunda; çünkü devamlılığını başka türlü sağlayamaz. Çünkü, bir sistemin devam edebilmesi için ona entegre olmuş, uyumlanmış bireyler gerekir.
Ataerkinin en temelinde gücün kimin elinde olduğunun tanımı yatar. Başka bir deyişle kimin güçlü, yetkin ve kudretli ve kimin güçsüz, yetersiz ve muhtaç olduğu. Her ne kadar kendine meşru bir zemin yaratmak için temeli kadın ve erkek arasındaki biyolojik farklılardan kurduğunu sölyese de günümüz toplumunda kadının ve erkeğin toplumdaki rollerini ve aralarındaki güç dengesizliğini tanımlar.
Avcılıktan plazalara
Bu noktada bir parantez açarak buradaki ‘günümüz toplumu’ vurgusunun önemli olduğunu belirtmem gerekli.
Tarihsel olarak bu güç tanımının ve dengesizliğinin izini avcı toplayıcı toplumlara kadar sürebiliriz. O döneme dair kaynaklardan bildiğimiz kadarıyla fiziksel güç, vahşi doğa karşısında hayatta kalabilmek için önemliydi. Avlanan ve evini koruyan erkek karşısında üremeden (yani türünün devamından) sorumlu olan kadın vardı. Dolayısıyla erkek ile güç ve yetkinlik arasındaki ilişkinin ilk tohumlarının burada atıldığını söylemek mümkün.
Özel mülkiyet ile birlikte (özel mülkiyet üzerinde hak ve söz sahibi olan erkekti) erkeğin toplumdaki gücü derinleşti. Sanayi devrimi ise bu güç ilişkisinde önemli bir eşik atlattı. Üretimin makineleşerek fabrikalara taşınması ile erkeğin fiziksel gücü üretimin merkezi haline geldi, kadının emeği ise ev içine itildi.
Kapitalist sistem, sanayi devriminin bıraktığı yerden, erkeğin fiziksel gücünde ve bedeninde merkezleşen üretim anlayışını devam ettirdi. Kapitalist sistem, para karşılığı satılabilen emek yani değer yaratan emek üzerine kuruludur; yani sistem emeği meta haline getirir. Ve sistem için değer yaratan emek erkek bedeninin fabrikada ürettiği emektir.
Erkeğin emeğini merkezine alan sistem eş zamanlı olarak kadının emeğini de ücretsizleştirerek ‘önemsizleştirir’. Kadının bakım verme ve yeniden üretimini ev içine hapseder ve ücretsizleştirir.
Böylece kadın ücretli emeğe katılmaz ve ekonomik bir özne de olamaz. Çünkü, kapitalizm üretimi piyasa üzerinden şekillendirir ve ücretlendirir. Bununla birlikte, üretim araçlarının erkeklerin elinde olması, erkeğin (ve sistemin) kadın üzerindeki tahakkümünü daha da artırır.
Ancak günümüze geldiğimizde sistemin fiziksel emek yani erkek bedeni üzerinden tanımladığı gücün değiştiğini görüyoruz. Çünkü gelişen teknoloji ve dijitalleşmeyle üretimin değiştiğini ve üretimde fiziksel güce olan ihtiyacın azaldığını görüyoruz. Sistem için değer üretiminin önemli bir kısmı fabrikalardan çıkarak plazalara, bilgisayar başına ve toplantı odalarına geçiş yaptı ve kadın üretime katılarak ekonomik bir özne olmaya başladı.
İşte bu noktada sistemin güç tanımı da değişiyor çünkü gücün kaynağı değişiyor. Burada yukarıdaki cümleyi hatırlamakta fayda var “…bir sistemin devam edebilmesi için ona entegre olmuş, uyumlanmış bireyler gerekir.”. Aslında sistemin sinsice yaptığı şey merkezini kas gücünden kişisel performansa çevirmesi. Bu performansı ise rekabet, verimlilik, doğru ilişkiler, etkili iletişim, duyguları yönetebilme, problem çözme ‘becerileri’ üzerinden tanımlıyor. Yani, fiziksel güç yerine bilişsel güç. Dolayısıyla günümüzde kadın-erkek arasında güç dengesizliğinin kaynağı biyolojik farklılıklar olmaktan çıkıyor.
Ataerki herkes için
Ataerkinin büyüyerek devam edebilmesi için yarattığı bu güç dengesizliğinin yalnızca erkeklerde karşılık bulması yetmez. Kadınlar tarafından içselleştirilmesi de bir o kadar kritiktir. Çünkü sistemin devamlılığını sağlayacak olan erkekler kadar kadınlardır da.
Ataerkinin kişiye müdahalesi çok küçük yaşta başlar. Kişi, ebeveynleri, akrabaları, öğretmenleri, diğer yetişkinler ve tüm kitle iletişim araçları tarafından sistematik olarak “doğru-yanlış”, “iyi-kötü”, “olması-olmaması gereken”, “ahlaklı-ahlaksız” tanımlarına maruz kalır. Ve bunlara sadece maruz kalmakla kalmaz sonuçlarına da katlanır. “Doğru” olanı yaptığında kabul görür, “yanlış” olanı yaptığında ise dışlanır veya dışarı itilmeye çalışılır. Tüm bu müdahalelerle kadına bir davranış yönergesi çizerken aynı zamanda kim olduğunu da tanımlar:
Kadınlar anlayışlıdır.
Kadınlar hoşgörülüdür.
Kadınlar duygusaldır.
Kadınlar detaycıdır.
Kadınlar inceliklidir.
Kısacası sistematik olarak kadının varoluşuna müdahale eder, onu sürekli yapılandırarak tek başına bir özne olarak var olmasına izin vermez.
Ataerkinin müdavimi
Aşk kabul görmenin, kabul edilmenin, tanınmanın en çok arzulandığı yerdir. Dolayısıyla birçok açıdan en kırılgan da olduğu yerdir. Elbette bu kapitalist sistemin aşk tanımıdır. Aşkı bu forma sokan sistemin kendisidir.
Bireyin sistem içerisindeki sömürüsünü gizlemek için öz-değer, öz-güven, yeterlilik gibi kavramları kullanarak ‘değerli ve bütün bir insan’ olabilmesini sistemin devamlılığını sağlayacak araçlara, yani tüketimin kendisine, bağlamıştır.
Bunun bir devamı olarak da, aşkı ve ilişkileri kişi için gerçek bir büyüme, gelişme, güven ve mücadele alanı yerine tüketen ve tükettikçe tükenen bireye hizmet edecek şekilde yeniden şekillendirmiştir. Başka bir deyişle, kapitalizm aynı üretimi ve tüketimi belirlediği gibi aşkı, ilişkileri ve kendimizi tanımlama biçimlerimizi de belirler. Duygusal yaşamı ve ilişkileri tüketim zincirinin bir parçası haline getirir. Bunun en bariz örneği sevginin ve karşı tarafa verilen değerin (veya hissedilen duyguların) tüketim üzerinden tanımlanmasıdır: Pırlanta yüzükler, lüks restoranlar, çiçekler, tatiller. Kısacası tüketim sevginin sağlamasını yaparken sevgi ise tüketimi meşrulaştırır.
Bunun (biraz daha) örtük ve sinsi örneği ise ilişkilerde kendimizi (kadın ve erkek olarak) tanımlama biçimlerimizdir. Toplumsal cinsiyet rollerinin inşası doğumla birlikte başlar: Cinsiyete göre belirlenen bebek odaları, kıyafetler ve oyuncaklar. Bunlar her ne kadar masum görünen yaklaşımlar (veya dayatmalar) olsa da kadın veya erkek olmanın ne demek olduğuna ilişkin bilginin ilk tohumlarıdır. Yaş ilerledikçe bu ‘masum’ dayatmalar daha kapsamlı ve katı hale gelir.
Çocuğun cinsiyeti üzerinden ne yapması, nasıl yapması, neyi sevmesi, neyle ilgilenmesi, neyde iyi olması gibi duygu, düşünce, davranış üçgeninin her köşesine yönelik müdahaleler (ve dolayısıyla da yapılandırmalar) başlar.
Burada ufak bir parantez açarak kişide egonun inşa sürecinden ve bu süreçte dış etkenlerin rolünden bahsetmek önemli. Lacan Ayna Evresi’nde[1] egonun nasıl dış referansla şekillendiğini açıklar. Lacan’a göre, bebekler 6-18 ay arasında aynada kendilerini gördüklerinde aslında kendilerini ilk defa bir bütün olarak görürler.
Çünkü, öncesinde yalnızca kendi gözleri ile görebildikleri parçalar vardır (kolları, elleri, bacakları vb.). Kendini bir bütün olarak gören bebek aynadaki imgesi ile özdeşleşir, kendisini ilk kez ‘ben’ olarak düşünür ve benliğin inşası başlar. Ancak, buradaki kritik nokta egonun dış bir referans üzerinden inşa edilmeye başlamasıdır (kendi gözleri yerine aynadaki yansıması). Bailly[2], bu noktayı açıklarken çocuğun kimliğinin hem “ben neyim” hem de “başkalarının ve kendimin benim hakkımda gördüğü şeyler” üzerinden şekillendiğini söyler. Kısacası, benlik ile öteki arasında karmaşık bir ilişki oluşur.
Şimdi, bu bilgiler doğrultusunda ‘neyi, nasıl, neden, nerede yapmalı/hissetmeli/düşünmeli’ dayatmalarını düşündüğümüzde, tüm bunların benliğin inşası üzerindeki etkisini çok daha net bir şekilde görebiliriz: Bir tarafta dış referansla inşaya yatkın bir benlik var, diğer tarafta ise benliği kendi sınırları içerisinde şekillendirmek isteyen bir sistem. Bu durumda sistemin kişiden beklentilerinin içselleşmesi şaşırtıcı olmayacaktır.
Peki, tüm bunlar romantik ilişkilerde nasıl karşılık buluyor?
Bunun belki de ilişkilerdeki en büyük yansıması ataerkil kapitalist sistemin erkeği ‘arzulayan’ kadını ise ‘arzulanan’ olarak konumlandırmasıdır.
Erkek karşısındakini arzulayan, kimin arzulanabilir olduğunu belirleyen ve karar veren taraftır. Kadın ise bunun karşısında pasiftir, arzulanandır. Kadınlar, bir özne olarak, bağımsız bir şekilde sevmeyi, karar vermeyi ve tercih yapmayı değil bir erkeğin arzu nesnesi olarak o erkeği sevmeyi öğrenirler.
Kadının değeri (veya sistemin tabiri ile kadınsı olan) istenmek, arzulanmak, seçilmek, kabul görmek üzerinden şekillenir. Yani, kadın bir kez daha özne değil nesnedir; karşısındakini kendi nesneliği üzerinden sever, ilişkiye kendi nesneliği üzerinden giriş yapar. Dolayısıyla ilişki içerisindeki duygu-düşünce-davranış üçgeni de o nesnenin devamlılığı üzerinden şekillenir. Elbette sistem buraları da tanımlar: Kadın, ilişki içerisinde duygusal dengeyi koruyabilmeli, duygularını regüle edebilmeli ve duygusal olarak dengeli olmalıdır; bunları sağlayamayan veya sağlamayan kadınlar “abartılı”, “dramatik”, “dengesiz”, “mantıksız” veya “olgunlaşmamış” olarak yaftalanır.
Bu sefer çarşıdaki hesap eve uymuyor
Bu noktada belki de en can alıcı soru şudur: Ataerkiye baş kaldıran kadınlar neden romantik ilişkilerinde zorlanıyor?
Sisteme ne kadar başkaldırıyor olursak olalım gün sonunda hepimiz bu sisteme doğuyoruz, bilincimiz bu sistem içerisinde şekilleniyor ve bu sistem içerisinde yaşıyoruz.
Duygularımız ve arzularımız bu sistem içerisinde ve bu sistem tarafından şekilleniyor. Başkaldıran kadınlar olarak, her gün kendimizi bir özne olarak tekrar tanımlarken eş zamanlı olarak sistemin bizi nesneleştirme çabalarına maruz kalmaya devam ediyoruz. Bir tarafta kendi anlatımızı kurarken diğer tarafta ‘eril öteki’ nin baskın diline maruz kalmaya devam ediyoruz.
Erkek için aşk, sahip olmak ve hakimiyet demektir ve bu arzular aşkın hâkim (eril) dilini oluşturur. Bu eril dil ataerkiyi yeniden üretir, kadını nesneleştirir. Elbette ilk akla gelen bunun en açık örnekleridir; Erkeklerin partnerlerinin ne giydiğinden, nereye gittiğine, kiminle gittiğine, ne konuştuğuna kadar müdahale etmesi ve kadını kendi çizdiği sınırlar içerisinde tutma arzusu. Ancak, bunun çok daha örtük ve belki de çoğu zaman göze gelmeyen örnekleri de vardır. Günlük hayatta romantik ilişkilerdeki dili düşündüğümüzde bunları fark etmeye başlarız: Sevgilisi ‘olmak’, ilişkisi ‘olmak’. Bir ilişkiyi -farkında olmadan- sahip olmak üzerinden tanımlarız. Ve ya, beni tamamlıyorsun, eksik parçamsın, diğer yarımsın. Bu sefer de varoluşumuzu, kimliğimizi, benliğimizi bir başkası üzerinden ‘tamamlarız’. Tüm bunlar birleştiğinde sahip olduğumuz ilişki içerisinde kendimizi tamamlıyor oluruz. Sistemin erkeği etkin (arzulayan) kadını ise edilgen (arzulanan) olarak tanımladığını düşündüğümüzde bu denklemde ilişki içerisinde kaybolacak olan da kadın olacaktır.
Lacan bilinçdışını tanımlarken[3] dilin ve dilin yarattığı sembolik dünyanın etkisinden bahseder. Lacan’a göre dil, yalnızca yan yana dizilmiş harflerle ve sözcüklerle sınırlandırılamaz. Dil aynı zamanda toplumsal normları, değerleri ve kültürü de içerir. İnsan hem dili öğrendikçe hem de dil aracılığıyla içinde bulunduğu sistemin kurallarını da öğrenir.
Ataerkil kapitalist sistemin içerisinde dilin ataerkil kapitalist bir dil olmak dışında başka bir seçeneği yoktur. Sistemin dili ile şekillenen bilinçdışımızla girdiğimiz ilişkide duygularımızın ve arzularımızın da aynı sistem tarafından belirlenmesi şaşırtıcı olmayacaktır. Dolayısıyla, aşk, arzu, şehvet, suçluluk, kıskançlık gibi tüm duygular aslında sistemin eril dil aracılığı ile bize ilettiği sistemin duygularıdır.
Güç ve kırılganlık: Neden birlikte var olamıyoruz?
Gücü kim tanımlıyor?
Ataerkil kapitalist sistem, hayatın her alanına müdahale ettiği gibi güçlü kadın tanımına da burnunu sokar. Tarihsel olarak kadınlar sisteme başkaldırdıkça, örgütlendikçe ve güçlendikçe kendisine karşı büyüyen bu tehdide karşı sistem anlatıyı yeniden şekillendirme işine girişti ve karşımıza yepyeni ve kendi çıkarlarına uygun bir güçlü kadın tanımı getirdi: Kendi ayakları üzerinde duran ama sistemin çarkından çıkmayan; ne istediğini bilen ancak istekleri sistemin istekleri ile örtüşen; duygularını, istek ve arzularını yönetebilen ve regüle edebilen ve elbette yine bunu sistemin çıkarlarına uyumlu bir biçimde yapabilen. Kısacası verilen mesaj şudur “Kadın kendini ‘mükemmel’ bir biçimde yönetebildiği ölçüde güçlüdür.” ve “Kadınlar bunu yapmadıklarında veya yapamadıklarında bu sistemsel bir sorun değil kadının bireysel başarısızlığıdır.”.
Güç kimin için?
Sistem, erkek için yaptığı güç tanımını baskın ve bağımsız olmakla ilişkilendirir. Ve bunun bir yansıması olarak erkekler ilişki kurarken güçlü olan, bağımsız olan, baskın olan, kontrol eden rolleri üzerinden kurar.
Kadın için ise güç duygusal denge ile, aşırı/abartılı/irrasyonel olmamakla, bakmakla/bakım vermekle ilişkilendirilir. İlişki içerisinde bunları yapmayan veya yapamayan kadın korkusuzca dışarda başkaldırırken ilişki içerisinde güçsüz hissetmeye başlar. Bu durum her zaman kadının partnerinin eril olmasıyla ilişkili değildir. Doğduğu andan itibaren bunlara maruz bırakılan kadın karşısındakinden bağımsız ilişki içerisinde hem kendi duygularını regüle etme hem de ilişkinin duygusal dengesini kurma konusunda kendini sorumlu hissedebilir.
Özgürleşme her zaman mümkün!
Sistemin tüm bu topyekûn sistematik saldırıları karşısında kadın elbette çaresiz veya çözümsüz değildir. Ataerkil kapitalist sistem de yıkılabilir - yıkılmaya mahkumdur da. Bu sistemi yıkmanın yegan yolu da mücadeleden geçer!
Sistemin dayattığı sevgi, aşk ve güç tanımlarından bağımsız bir ilişkinin neye benzediği, nasıl kurulabileceği ve nasıl olacağı ise bir sonraki yazının konusu.
(DA/EMK)
[1] Lacan, J. (2014). The mirror stage as formative of the function of the I as revealed in psychoanalytic experience 1. In Reading French Psychoanalysis (pp. 97-104). Routledge.
[2] Bailly, L. (2012). Lacan: A beginner's guide. Simon and Schuster.
[3] Lacan, J. (1977). Ecrits: A selection. Trans. Alan Sheridan/WW Norton & Company, Inc.






