Bazen kontrolünüz dışında gelişir olaylar ve kendinizi istemediğiniz bir durumda bulursunuz. Gecenin üçünde beni Ankara otogarı, nam-ı diğer AŞTİ’ye getiren de altüst olan planlarım oldu. Oysa sabah İstanbul’daydım ve birkaç gün şehrin tadını çıkaracağımı sanıyordum. Yabancısı olduğum şehirlerde karanlık ve aydınlığa bakarak ölçtüğüm zamanın bana artık sokakta durmamam gerektiğini söylediği bir saatte öğrendim ki kalacak yerim yok. Sebep önemsiz, önemli olan sokakta kaldım ve şimdi ne yapacağım...
Aransa belki bir yer bulunabilir ama hem sonucundan emin olmadığım ihtimallerin peşinde koşarak zaman kaybetmek hem de sabah yeniden “bugün nerede kalacağım” düşüncesi ile uyanmak zor gelince bulduğum ilk otobüsle geri döndüm. Aynı otobüsü paylaştığım insanlar hızlı adımlarla çıkışa doğru yöneldi. Belli ki bir karşılayanları var ya da evleri yakın taksiye binecekler. Bense toplu taşımanın başlayacağı saate kadar beklemek zorundayım.
Otogarda kadın olmak
Geceyarısından sabaha ilerleyen saatlerde ilk kez buradayım. İçimde ufak da olsa bir endişe… Tek başına bir kadın olarak beni neyin karşılayacağını bilmiyorum henüz. Oturursam uykum gelir, uyumak istemiyorum. Gelen yolcu katını bu yüzden boydan boya turluyorum. Uyuma şekliyle kendini ele veren sözsüz bir hiyerarşi kurulmuş gibi. Oturakların hemen hepsi erkekler tarafından işgal edilmiş. Yolcular çantalarını güvenli buldukları yerlere iliştirmiş, çıplak oturakların üzerine öylece uzanmışlar.
Burayı barınma amaçlı kullananlar ise sabahın serinliğinde otururken bile insanı üşüten metal sıraların üzerine karton sermiş yatıyorlar. Battaniyeleri hatta kimisinin yastığı bile var. Uykuya ilk dalan çocuklar, onlara her şey serbest. Bu erkek kalabalığının içindeki tek tük kadınlar ise her zaman olduğu gibi “edepli” davranarak, uzanmak yerine gözlerinden akan uykuya rağmen oturmak zorundalar. İlle uyumak isterlerse ellerini başlarına dayayarak kestiriyorlar. Eşleri ise tetikte…
Yerde yatması gerekenler: Suriyeliler
Horlama sesi ve ayak kokusu sarmış ortalığı. Aynı gürültü, aynı koku, aynı telaş, aynı yük... Tüm otogarlarda karşınıza çıkabilecek manzaralar ama karşınıza çıkmayacak başka bir manzara var burada: Suriyeli sığınmacılar… Hiyerarşiye göre yerde yatması gerekenler! Peron kapısının hemen yanında yere serdikleri battaniyenin üzerinde yatan üç çocuklu bir aile… Üstlerine aldıkları battaniyeyle bütün vücutlarını sarıp sarmalamışlar. Çenesine kadar çektiği battaniyenin altında uyuyan adamın sakallı yüzüne bakıyorum. Yanımdan geçen görevliye burada mı kaldıklarını soruyorum. “Yok. Yeni geldiler, gidecekler” diyor. Bal gibi de yalan söylüyor. “Bir de çık üst katları gör diyor.” Görmek için çıkıyorum. Giden yolcu katının üst bekleme salonuna bakıyorum ilk. Elden ayaktan uzak olduğu için burada olabileceklerini düşünüyorum ama yanılıyorum. Tüm sıralarda erkekler uyuyor ve hiçbiri Suriyeliye benzemiyor. Aşağı katta ise tek bir aile...
“Suda bile yaşar bunlar”
Bir köşeye geçip oturuyorum. Zonguldak’a gitmek için sabahı bekleyen emekli öğretmenle kısa bir sohbete girişiyoruz. Çocuklar uykuda bile yaramazlıklarını sürdürüyor. Ailenin küçük kızının başı battaniyeden beton zemine düşmüş. Adamın gözü küçük kıza takılıyor. “Yazık, üşüyecek” diyor. Yanımızdan geçen bir temizlik görevlisinden rica ediyor, adam umursamaz bir edayla “Biz olsak hasta oluruz. Onlara hiçbir şey olmaz. Suda bile yaşar bunlar” deyip işine devam ediyor.
Gerçekten suda bile yaşıyorlar, gördüm. Saat sabahın dördü ve adam bu cümleleri kurarken bir yandan da temizlik görevlileri giden yolcu katını kova kova su dökerek yıkıyorlar. Her taraf ıslak. İçim üşüyor bu görüntüden sonra. Emekli öğretmenin aklı ise hala küçük kızda. “30 yıl, birinci sınıftan beşinci sınıfa kadar bu çocukları okuttum. Nasıl dayanayım” diyor. Turlama bahanesiyle kalkıyor ama niyetini biliyorum. Başka bir temizlik görevlisine zoraki de olsa kızın başını betondan kaldırtıyor. Buradaki görevlilerin Suriyelilerin varlığından duydukları rahatsızlık yüzlerinden okunuyor. Ailelere rahat vermeme bahanesiyle mi ortalığı yıkıyorlar? Gelen yolcu katının da yıkanıp yıkanmadığını görmek için tekrar aşağı iniyorum. Burası kupkuru…
Düşman bakışlar altında uyumak
İçimde hiçbir endişe kalmadığı için artık ortalıkta daha rahat dolanabiliyorum. Tek endişem otogarın yükü çekildikten sonra ancak uykuya dalmış ve çok değil bir saat sonra gözlerini açmak zorunda kalacak bu insanları uyandırmak. Dışarı çıkıp camın ardından izlemeyi sürdürüyorum. Gelen yolcu katında belirli aralıklarla yatan sekiz aile ve başlarında yetişkin olmayan üç erkek çocuk. Tüm sermayeleri cam kenarına dayadıkları poşetlerin içinde saklı. Bir iki paket kraker ve bisküvi…
Her ailede en az üç çocuk var. Battaniyelerin kenarında terlikler. Hava serin, içeri geçiyorum. Saat beş ve sözleşmiş gibi Suriyeli kadınlar uyanıyor ilk. Bağdaş kurup oturuyorlar. Her gün yüzlerce çift bakışın altında uyumanın, uyanmanın nasıl bir duygu olabileceğini anlamam çok zor. Üstelik son derece düşmanca bakışlar bunlar. Otogarda olağan hareket başlamak üzere. Beş buçuğa doğru kadınlar kocalarını üstelerindeki battaniyeleri çekerek uyandırmakla meşguller.
Öyle mağrur bir duruşu var ki...
O an göz göze geliyoruz bir Suriyeli kadınla. Daha önce yolcu uğurlamaya geldiğim bir sefer karşıma dilenci olarak çıkmıştı, o zaman bakmamıştım bu gözlere. İçim bir tuhaf… Sabah simidi alıyorum ama varlıklarından rahatsızlık duyanların yardım ettiğimi gördüklerinde “hep bunların yüzünden geliyorlar” tarzında cümleler kuracakları endişesiyle nasıl vereceğimi bilmiyorum. Kocasının yanından ayrılmasını fırsat bildiğimde battaniyenin kenarına çömelip kadına simitleri uzatıyorum. “Allah razı olsun” diyor.
“Çay ister misin” diye soruyorum, çat pat Türkçesiyle “zahmat etme” diyor. Bana bu kadarlık zahmet olsun. Çayı getirdiğimde yine aynı cümle “zahmat etmeseydin”. Bu kadının zahmet etme diyen tavrında “ben dilenci değilim” cümlesini buluyorum. Öyle mağrur bir duruşu var ki bugüne kadarki düşüncelerimden ötürü kendimden utanıyorum. Çayı uzatırken eli elime değiyor, ürperiyorum. Ben nasıl bir anda kendimi sokakta bulduysam, bu kadın da kendini burada buldu. Ben dilini konuştuğum, kendi ülkemin bir şehrinde bile duramadım, bu kadın dilini bilmediği bu ülkede istenmediğini bile bile dimdik durmaya çalışıyor.
Kafesin arkası
Saat altı. En son çocuklar uyandı. Otogara yanaşan otobüslerden inen yolcular için hayli ilginç geliyor bu görüntü. Camların ardından kafesteki bir yaratığı izler gibi izliyorlar Suriyeli aileleri. Bir kadın yanıma yanaşıp kim olduklarını soruyor. Suriyeliler, diyorum. “Niye geldiler, başka ülke mi yok, gitsinler…” cümlelerini ardarda sıralıyor. Hükümetin kışkırtıcı tutumu, Hatay’da yaşananlar ve daha nice bir sürü sebep var bu öfkenin altında.
Daha önce Necatibey’de dilenen Suriyeli bir kadını, bir başka kadının “Suriyeli misin sana bir kuruş yok” diye azarlayışı aklıma geliyor. Kadınların kadınlara yönelik bu tutumunu anlamakta güçlük çekiyorum. Hangi kadın şu hale düşmek, her gün horlanmak ister. Demek ki başka bir çareleri yok, bunu anlamamız niye bu kadar zor? İyiler-kötüler, desteklediklerimiz-karşı olduklarımız, nasıl isimlendirilirse isimlendirilsin savaşın sadece iki tarafı var. İki taraf arasında milyonlarca kadın ve çocuk yok sayılıyor. Bir kısım erkeğin mahvettiği dünyada eziyeti biz kadınlar çekerken birbirimize de eziyet ediyoruz.
Her gün sıfırdan başlanan hayatlar
Üşümüşler, belli. Bir kadın kesesinden çıkan olsa olsa beş lirayı kocasına uzatıyor. Adam iki çayla geri dönüyor. Çay 1 lira 50 kuruş, simit 1 lira 50 kuruş… Battaniyenin üzerinde oturup poşetlerinde ne varsa onunla kahvaltı yapacaklar. Her gün sıfırdan başlanan bir hayat… Ne yiyecekleri, ne içecekleri, nerede kalacakları an be an değişebilir.
Başka bir ailenin olduğu tarafa geçiyorum. Bildik markalardan birinin poşeti var babanın elinde, üç çocuğu aç gözlerle babalarını izliyor. Hayırsever birinin yemek vermiş olabileceğini düşünürken yanılıyorum. Adam poşetten çıkardığı tavuk budunu kokluyor ilkin, ardından bir diş alıp geri poşetin içine atıyor. Bir insanın bu hale düşmesini, bir çocuğun babasını bu halde görmesini hangi siyasi görüş, düşünce, inanış haklı çıkarabilir ki? Bu hangi siyasi görüş, düşünce, inanışsa ben ona inanmamaya karar vererek Ankaray’a doğru gidiyorum.
Kavaklıdere’ye nasıl giderim?
Kavaklıdere’ye nasıl giderim? Sorunun şivesi kanımı ısıtıyor. Yanında eşiyle yaşlı bir amca bu. Görevliler suratsız. “Geç” diyor sadece. Turnikelerden geçmeyi beceremiyorlar. Yardım ediyorum. Aynı soruyu bu sefer bana soruyor: Kavaklıdere’ye nasıl giderim.
Gelin benimle, diyorum. Birlikte Ankaray’a biniyoruz. Oturuyorlar, amca arada arkasına dönüp beni yokluyor. Gülümseyerek merak etmemesi gerektiğini hatırlatıyorum. Adımlarımı adımlarına uydurarak Bulvar’a çıkıyoruz. Yaşlı amca Halfeti’den geldiklerini, vize almak için Fransız konsolosluğuna gideceklerini anlatıyor. Eşini, çocuklarının yanına gönderecek. İkisi Fransa’da, ikisi İsviçre’de… Adlarını sormuyorum, ne önemi var, isimsiz milyonlarca insandan sadece ikisi onlar. Çocuklarını sormuyorum ama anlıyorum ki bu yaşlı çiftin çocukları da bizim mülteci ettiklerimiz.
Bulvar’da “Biz gideriz artık” diyorlar ama onların koca şehrin kargaşasında savrulmalarına gönlüm elvermiyor. “Ben de o tarafa gidiyorum” diye yalan söylüyorum. İstiyorum ki bu yaşlı kadın bir an önce çocuklarına kavuşsun. İstiyorum ki bu yaşlı çifte edeceğim yardım bugüne kadar yüz çevirdiğim insanlardan özrüm olsun… (SD/YY)
* Bu yazı Gazete Solfasol’ün Haziran 2014 sayısında yayımlandı.