Bu çocuklara bir şeyler oldu. Siz belki fark etmediniz ama pantolonları küçücük kaldı. Ayakkabıları vurmaya başladı ayaklarını. Bıyıkları terlemeye başladı. Sesleri çatallaştı. Elleri büyüdü. Gözleri büyüdü. Mideleri büyüdü.
Bu çocuklara bir şeyler oldu. Para etmemeye başladı ne mendil, ne tartı, ne simit, ne de ciklet… Büktüler boyunlarını köşe başlarında. Bir gülümsemeleriyle başlarını okşamak için uzanan ellerin yerini, ürkek adımlarla etraflarından uzaklaşan ayaklar aldı.
Bu çocuklara bir şeyler oldu. Arada kaldılar, arafta kaldılar hepsi. Sokakta umduğunu bulamayıp erkenden evlerine dönenlere para sordu anaları, babaları… Beşikte yatan kardeşleri daha bir buruk baktı yüzlerine…
Bu çocuklara bir şeyler oldu. Ana caddelerden, trafikten, kalabalıklardan, sahilden, izbe köşelerden sokaklarına döndüklerinde hiçbir oyun içlerine sinmedi. Yokuştan aşağıya uçurtma uçuranların peşine bir kere bile takılmadılar. Tat vermedi ne futbol ne de cips tasoları…
Bu çocuklara bir şeyler oldu. Öfkeleri gün geçtikçe sığmaz oldu içlerine. Okuldan ayaklarını çoktan kesmişlerdi. Sıcak yuva, sıcak çorba, mutlu aile ise eski bir Türk filmini hatırlatıyordu onlara artık…
Bu çocuklara bir şeyler oldu. Gün geldi her şeye kızar oldular: süslü vitrinlere, lüks arabalara, el ele dolaşan çiftlere, sahipsiz köpeklere, para vermeyenlere… Kimi sigaraya başladı, kimi içki içmeye… Kimi bali çekmeye başladı kimi tiner… Kimi çakı, bıçak, falçata taşımaya başladı kimi kendi kollarını çizerek sınadı iradesini…
Bu çocuklara bir şeyler oldu. Bir baktık ki, sanki sıraya girmişler gibi her gün biri arz-ı endam etmeye başladı gazete sayfalarında. Başı okşanıp eline para tutuşturulan sevimli çocuklar "başımızın belası" oluverdiler birden.
Bu çocuklara bir şeyler oldu. Onlar post-modern zamanların kamikazeleri… Görüp de görmezden geldiğimiz yitik hayatlar… Onlar sahte duyarlılıkların istismar aracı. Onlar bütün asayiş suçlarının tek sorumluları…
* * *
Muhammet düne kadar sokaklarda başıboş dolaşıyordu. Yolculuk etmeye bayılıyordu. Bedava bindiği belediye otobüsleriyle başlamıştı bu merakı. Sonra geceleri yolculuk etmeye başladı. Bir gün trene binmeye karar verdi. Haydarpaşa’da gözünü açtığında bambaşka bir dünyadaydı. Yalnız olmadığını anladı. Kendisi gibi serüven meraklılarıyla doluydu etrafı. Üstelik ondan daha havalı, ondan daha mutlu görünüyorlardı.
Özendi onlara Muhammet artık eve uğramaz oldu. Uğrasa ne olacak, üvey anası yokluğunu bile fark etmiyor ki… Babası desen nerede akşam orada sabah.
Sonra kendi gibi olanların mutluluğunun sırrını da keşfetti. Ellerindeki poşetten durmadan çekerek başka alemlere dalıyor kendi hayal dünyalarının kahramanı oluyordu arkadaşları. O da yaptı. Kulakları vınlamaya başladı ilkin. Sonra gözleri karardı. Bir baktı ki doğduğu evin üzerinde bir kuş gibi süzülüyor. Küçükken beslemeye çalıştığı tavşan evlerinden de büyük olmuş. Güvercinleri desen bir gemi büyüklüğünde. Güldü Muhammet. Gözlerini açtığında yapış yapış olan ağzında asılı duruyordu hâlâ gülüşü…
Muhammet bugünlerde şehrin ara sokaklarını arşınlıyor. Çarşı içindeki otomatik kapılı marketlerin önünde oyalanmayı seviyor. Elinde bali torbası girilmez yazan kapıları zorluyor, kadınların üzerine yürüyor, çocukları korkutuyor, yetişkinlere göz dağı veriyor. Serseri bir mayın gibi çarşıyı bir uçtan bir uca dolaşıyor…
* * *
Mehmet’in durumu da ondan farklı değil. Yaşı geldi on altıya. Ama görseniz en fazla on iki dersiniz. Cam gibi parlak olan gözleri o büyüdükçe yüzünün içine çökmeye başladı. Alt geçitlerde başından olmadık işler geçmiş dediler. Arkadaşını yaraladığı için okuldan atılalı epey zaman geçmişti zaten.
Sessizliği, vakur haliyle kabul gördü sokak arkadaşları arasında. Parklardaki gece yatılarında gazete kağıdı ve tahta parçası tutuşturmaya bayılıyor. Sessizliği tek bir noktaya bakarken sabitlenmişse bilin ki elinde tinerle ıslatılmış bir bez taşıyordur. Henüz bıçak taşımıyor Mehmet.
Parklara şöyle bir uğruyor, stadyum etrafında dolanmaya bayılıyor ama sahilden, ıssız köşelerden asla vazgeçmiyor Mehmet…
* * *
Yusuflar sekiz kardeş. O yedincisi. Ayakkabı boyacılığı yaparken tanımıştı İzmit sokaklarını… Güvercin merakı yüzünden ayak basmamış yerini bırakmamıştı.
Ne kadar para kazanırsa kazansın ailede gelenek olduğu üzere en büyük abide toplanıyordu paralar. Abisinden bir harçlık çıkarabilirse ne âlâ. Para saklayayım dese anında ortaya çıkıyordu foyası. Çünkü abisi de geçti o yollardan yıllar önce.
O da dayak mayak dinlemedi, haftada birkaç gün eve uğramıyordu. Sokakta kan kardeş olduğu Rıdvan ile içki içmeye, istasyon civarında yatıp kalkmaya başladı. Her seferinde abisi eliyle koymuş gibi buldu onu. Tutup kulağından bir fırıncının yanına çırak verdi. Ama üç gün çalıştı Yusuf. Gözü hep dışarıda.
Yusuf’u yıllar sonra ilk kez gördüm geçenlerde. Kars’tan göç ettiği günlerdeki utangaçlığı kalmamıştı üzerinde. Evden eve taşımacılık yapan bir firmada hamal olarak çalışıyor. Güçlü kuvvetli kollarıyla tek kişinin güçlükle taşıyacağı kolilerden üst üste üç tane koyuyor da bana mısın demiyor. “Nasıl Yusuf memnun musun hayatından?” dedim.
“Neden memnun olacağım abi,” dedi. “Ne kazanırsam yine abim alıyor. Aklım yine sokaklarda ama yorgunluktan hal mi kalıyor bende.”
* * *
Kitlesel göçlerin önüne geçilmediği, işsizlik sorunu çözülmediği, parçalanmış aileler varolduğu, çocukların önünde bitirim kahramanlar model olduğu sürece her gün yeni bir olayla yüz yüze gelmeye devam edeceğiz. Mehmetlere, Muhammetlere her gün yenileri eklenecek. Biz de, “bu çocuklara bir şeyler oldu” diyeceğiz…(TB/EÜ)
* Tuncay Bilecen, öğretim görevlisi, Kocaeli Üniversitesi