Çocukken anadilimi sokakta kullanmaktan çekinirdim.
İsmimin farklı olmasından dolayı birilerinin yüksek sesle beni uzaktan çağırması bende ayrıca utanma hissini körükler, saklanma isteği doğururdu.
İstanbul adaları gibi nispeten kozmopolit bir ortamda büyümüş olmama rağmen, daracık yüzölçüme sıkışmış insan topluluğunda birilerinin seni “enselemesi”, azarlaması, hatta tehdit etmesi çok kolaydı.
Neyse ki anadilim Rumca olmasına rağmen gururla teşhir edebileceğim “babadilim” İtalyanca’ydı ve bana uzun süre memleketin klasik azınlıklarının sahip olmadığı bir “lüks” sağlıyordu. Kendi içimde bile aşağıladığım Rum kimliğimden bir şekilde sıyrılma imkânım olduğu için şanslıydım!
Zaten çocukluğumda ailem beni mümkün olduğunca travmatize etmeden mevzuya hazırlamış ve evle sokak arasındaki şizofreniye talim ettirmişti.
Evimizde kendi dillerimizi rahatça kullanıyorduk; fakat sokakta adeta başka bir kimliğe olabildiğince bürünmek daha korunaklı olduğundan, aile fertleri arasında yabancılaşma pahasına birbirimizle Türkçe iletişime geçmeyi bile tercih edebiliyorduk.
Aile büyüklerinin muhtelif dönemlerde “Vatandaş Türkçe Konuş!” kampanyasına direkt maruz kalmış olmasından dolayı sosyal yaşantı sırasında mecbur olunduğunda anadilini alçak sesle, hatta fısıltıyla konuşmak bir yana, göze batmadan mütevazı bir hayat sürdürmek, sahip olduklarını veya başarılarını görgüsüzce teşhir etmemek de bu arada edinilmiş reflekslerdi.
Neyse ki “İtalyan” (ama aslında bu topraklarda yüzyıllardır Levanten) olmak yeterince prestijliydi, çünkü Türkiye’nin parçalanma teşebbüsü sırasında İtalya en azından pasif kalmış ve bu vatandaşlarına pek az kimseye reva görülmüş bir statü sağlamıştı.
Fakat Abdullah Öcalan krizi sırasında İtalya da “tukaka” diyarlardan birine dönüşerek payına düşeni alacaktı.
İyice dejenere olmuş milliyetçilik kasırga şeklinde şiddetle esmeye devam edecek, bu toprakların kadim halkları bir yana, nesillerdir bu topraklarda yaşamış muhtelif cemaat fertlerine cahilce “yabancı” yaftası yapıştırılacaktı.
Kulağını kısmak
Şizofren ve diller adlı kitaptan esinlenmiş Louis ve diller (Louis et les langues/Louis and languages) belgeseli erken yaşta şizofreni hastası teşhisi konmuş yazar Louis Wolfson’a selam çakıyor.
Ağır tedavilere karşı tepkisel olarak anadilini reddedip kendi jargonunu üretmiş Louis yıllar içinde başka başka dillere merak saracaktı.
Fransa’da Gallimard yayınevininin 1970’te bastığı ve Gilles Deleuze’ün önsözünü yazdığı kitaptan yola çıkarak, yönetmen, senaryo yazarı ve kurgucu Aurélien Froment seyirciyi görsel bir seyahate çıkarıyor.
Edinburgh anatomi müzesindeki insan kemiklerine odaklanma sayesinde sanki eski teknikolor tekniğiyle çekilmiş bir labirentin içine dalıyor ve bilhassa duyma duyumuzun dıştan gelen mesajlara nasıl reaksiyon gösterdiğini keşfediyoruz.
Hipnotik belgesel günümüzde fazlasıyla artmış kakofoninin ancak kendimizi sağırlaştırmak ve şahsi dünyamıza kapanmak suretiyle bertaraf edilebileceğinin hissini de pekiştiriyor. (Yoksa bu da birilerinin işine mi geliyor?)
2024 Birleşik Krallık yapımı 22 dakikalık deneysel film, empoze edilen resmî dile inatla tetiklenmiş, başka dillerin sunduğu çeşitlilik, çok merkezli bakış açısı ve engin zenginliğe ulaşmış hassas bir ruhla özdeşleşmemizi muhakkak ki sağlıyor.
Sinema eleştirmeni Antoine Thirion’un dediği gibi hepimiz, sınırsız iletişimin şart görüldüğü ve insan zekâsının yerine yapay zekânın yüceleştirildiği çağımızda yaygın olarak talep edilen niteliği sorgulamaya girişiyoruz.
Kulak kesilmek
Son yıllarda dadandığım Yunanistan’a ait Ege adalarının birinde, gayet sıcak bir akşamüstü daracık bir sokakta yürümekteydim. Halk öğleden sonra dinlenmesine çekildiği için etrafta çıt çıkmıyor, sanki in cin top oynuyordu. Derken yanıbaşımda birdenbire hareketli bir nesnenin varlığını hissetmiş, boynumu hafiften çevirmek suretiyle birkaç santimetre ötemden sahil güvenlik memurlarına ait bir motosikletin hızla geçmekte olduğunu görmüştüm. Aracın elektrikle çalışması sessizce yanıma sokulmasına ve onu ancak göz hizama geldiğinde fark etmeme sebep olmuştu.
Normalde bir sivrisinek vızıltısına bile hızlı ve abartılı reflekslerle tepki vermeye alışmış varlığıma epeyce şaşırmıştım.
Ömrü boyunca 6 – 7 Eylül pogromunda gafil avlandığını söyleyen babamın bana kazandırdığı, tüm varlığıma yaydığım tedirginlik ve atiklik sanki bir anda yok olmuştu.
Bu huzurlu halimin kökenlerine doğru yaptığım seyahatte karşıma çıkan tek ihtimal, uzun haftalardan beri bulunduğum kayalık misali adada etrafımda sadece anadilimi konuşanların olması, dolayısıyla herhangi bir dil eğitimi almamış olmama rağmen akıcılığına şaşırdığım Yunancaya, yani kıçı kırık Rumcama talim etmemdi.
Annemin geçenlerde Büyükada’nın saat meydanında rastladığım Rum bir ahbabıyla anadilimizde sohbet ederken yıllardan beri mevzubahis adada yaşayan, anadili Türkçe olan yanımdaki arkadaşlarım adeta büyülenmişti: “Ah! ne kadar uzun zaman olmuş meydanda Rumca duymayalı, bir zamanlar burası cıvıl cıvıldı…”
Artık Arapça konuşanların çoğunluğu oluşturduğu muhakkaktı; işin kötüsü onlar da iç mihraklar misali “tukaka” ilan edilmek üzereydi… yoksa edildi mi bile?
(RL/RT)